• Kadim Şehir Kudüs - Arzın Arşa Kavuştuğu Yer
KATEGORİLER

Hz. Meryem a.s

Hz. Süleyman (a.s.)’ın soyundan gelen İmran, İsrailoğullarının ileri gelenlerindendi. Hanımı Hanne ile Hz. Zekeriya (a.s.)’ın hanımı kardeştiler. Hz. Zekeriya’nın da, İmran’ın da çocuğu olmuyordu. Hanne bu duruma çok üzülüyor, fakat bunun Allah’tan gelen bir imtihan olduğunun farkında olduğundan sürekli Allah’a dua ediyordu. Dualarında “Rabbim! Eğer bana bir çocuk verseydin onu sana hizmet etmesi için Beyt-ül Makdis’e vakfederdim” diyerek daha Meryem’i doğmadan Allah’a adıyordu. Bir süre sonra çocuk sahibi olacağını öğrendiğinde çok sevindi, ama bu sevinç yanında endişeyi de getirdi. İmran da seviniyor, fakat daha çocukları doğmadan yapılan bu adaktan ötürü endişeleniyordu. Çünkü Beyt-ül Makdis’e yalnızca erkek çocuklar kabul ediliyordu. İmran, Hz. Meryem’in doğumundan önce vefat etti. Hanne ise çocuğunun kız olduğunu görünce "Onu kız doğurdum." -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir-"Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum." diyor ve her şeye rağmen büyük bir kararlılıkla kızını Beyt-ül Makdis’e bırakıyordu. Hanne’nin kararlılığını gören âlimler Hz. Meryem’i Beyt-ül Makdis’e kabul etti. Hz. Meryem’in eğitimini ve bakımını Zekeriya (a.s.) üstlendi.
Zekeriya (a.s.) sadece kendisinin girebileceği bir odaya yerleştirdiği Meryem’i ziyarete geldiğinde onun yanında, o mevsimde bulunmayan meyveler görüyordu. Bunu Meryem’e sorduğu zaman “onları bana Allah gönderdi” cevabını alıyordu. Allah, Hz. İsa (a.s.) doğmadan çok daha önce Hz. Meryem’e mucizelerini gösteriyor, imanını güçlü kılıyordu. İffet abidesi olan Hz. Meryem, bir gün yanına gelen Cebrail (a.s.)’den babasız bir şekilde çocuk sahibi olacağını öğrendikten sonra yaşayacağı tüm zorlukları da, kendisine yapılacak ithamları da bilmesine rağmen isyan etmiyordu. Bu hususta ilk tepki amcasının oğlu olan, aynı zamanda da mescidde ibadet etmekle meşgul olan Yusuf’tan gelmişti. Yusuf, Meryem (a.s.)’in bu kötülüğü yapmayacağını düşünüyor, fakat yine de aklındaki kötü düşünceleri silemiyordu. Bu durumun içinden çıkamayınca Meryem (a.s.) ile konuşmaya karar verdi ve ona ilk söz olarak “ben, senin işin hakkında kalbime düşen şüpheyi ölünceye kadar kalbimde gizlemeyi çok istemiştim. Ancak, bu iş beni yendi ve seninle konuşmayı uygun gördüm” dedi. Hz. Meryem’in “Allah ilk ağacı yağmursuz, Hz. Âdem’i ve Hz. Havva’yı anne babasız yarattığını bilmiyor musun? Allah’ın dilediğini yapmaya gücü yeterdir” diyerek onu ikna etmişti. Bu konuşmadan sonra Hz. Meryem’in yapacağı işleri de Yusuf yükleniyordu. Hz. Meryem doğum vakti yaklaşınca mabedden ayrılarak şehirden uzak sakin bir yere çekiliyordu.

Tahmini olarak 17 yaşlarında olan vedoğum vakti geldiğinde bir hurma ağacına yaslanan Hz. Meryem “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" diyordu. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) ağacın altından ona şöyle sesleniyor ve "Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, Şüphesiz ben Rahmân'a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım, de.” diyordu. (Meryem 24-26)

Bu ilahi destekle rahatlayan Hz.Meryem doğumdan sonra şehre döndüğünde tahmin ettiği gibi büyük iftira ve hakaretlere uğruyor ve bunlara cevap olarak kucağındaki bebeği gösteriyor, insanlara cevabı ondan alın diye ima ediyordu. İnsanlar inanmayan bir ifadeyle bir ‘bebekle nasıl konuşuruz’ derken İsa (a.s.) onlara daha beşikte bir bebekken mucize gösterip bu sözlerine cevap olarak ‘Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Bana kitabı (İncil'i) verdi ve beni bir peygamber yaptı. Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti. Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir)’ diyerek insanları şaşkınlık içinde bırakıyordu. (Meryem 29-33)

Allah, Hz. Meryem’e kavmi tarafından kendisinin de oğlunun da öldürüleceğini vahy ve ilham ederek onları koruyordu. Bunun üzerine Hz. Meryem ve Hz. İsa Mısır’da bir tepeye yerleşmişlerdi. Hz. İsa 12 yaşına gelene kadar Mısır’da bir ağanın yanında kaldılar. Fakat sonrasında Mısır halkı, İsa (a.s.)’ın yaptığı ve Allah’ın ona verdiği şeylerden korkmaya başlayınca Allah’tan gelen bir vahiy ile Mısır’dan Şam’a gittiler ve Hz. İsa 30 yaşına gelene kadar Hz. İsa ve annesi burada kaldılar.
Hz. İsa, kendisine nübüvvet görevi verilmesi ve hak dini tebliğ için yoğun gayret göstermesi neticesinde Kudüs’ün zamane yöneticileri tarafından yahudi inancına aykırı hareket ettiği gerekçesiyle cezalandırılıp çarmıha gerilmiş, bu esnada Hz. İsa, Allah’ın bir mucizesi olarak göre yükseltilmiştir. Hz. Meryem ise Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesinden yaklaşık 13 yıl sonra, tahmini olarak 63 yaşında vefat etmiştir. Kabri, Kudüs’te Kidron Vadisi yakınında Hz.Meryem Kilisesi’nde bulunmaktadır.

Hz. Meryem kıssası Kur’an-ı Kerim’de Meryem ve Al-i İmran surelerinde şu şekilde geçmektedir:

Al-i İmran suresi:

33,34. Şüphesiz Allah, Âdem'i, Nuh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

Hani, İmran'ın karısı, "Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin" demişti.
Onu doğurunca, "Rabbim!" dedi, "Onu kız doğurdum." -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir-"Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum."
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya'yı(8) da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem! Bu sana nereden geldi?" derdi. O da "Bu, Allah katından" diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin" dedi.
Zekeriya mabedde namaz kılarken melekler ona, "Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsa'yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler" diye seslendiler.
Zekeriya, "Ey Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmış iken ve karım da kısır iken benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi. Allah, "Öyledir, ama Allah dilediğini yapar" dedi.
Zekeriya, "Rabbim! (çocuğum olacağına dair) bana bir alâmet ver" dedi. Allah da şöyle dedi: "Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et."
Hani melekler, "Ey Meryem! Allah, seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı."
"Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (O'nun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et" demişlerdi.
(Ey Muhammed!) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu konuda) tartışırlarken de yanlarında değildin.
Hani melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah'a çok yakın olanlardandır."
"O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır."
(Meryem), "Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" dedi. Allah, "Öyle ama Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir" dedi.
Meryem Suresi:
16,17. (Ey Muhammed!) Kitap'ta (Kur'an'da) Meryem'i de an.(4) Hani ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.
Meryem, "Senden, Rahmân'a sığınırım. Eğer Allah'tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)" dedi.
Cebrail, "Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim" dedi.
Meryem, "Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım hâlde, benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi.
Cebrail, "Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu, zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir" dedi.
Böylece Meryem, çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi.
Doğum sancısı onu bir hurma ağacına yöneltti. "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" dedi.(5)
(5) Hz.Meryem'in çektiği doğum sancıları onun her kadın gibi doğurduğunu, İsa'nın ilâh olmadığını, onun her insan gibi bir kadından doğduğunu gösteriyor.

Bunun üzerine (Cebrail) ağacın altından ona şöyle seslendi: "Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı."
"Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün."
"Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, "Şüphesiz ben Rahmân'a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım" de.(6)
Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: "Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!"
"Ey Hârûn'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi."
Bunun üzerine (Meryem, çocukla konuşun diye) ona işaret etti. "Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?" dediler.
Bebek şöyle konuştu: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Bana kitabı (İncil'i) verdi ve beni bir peygamber yaptı."
"Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti."
"Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı."
"Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir)."(7)
Hakkında şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu İsa işte budur.(8)
Allah'ın çocuk edinmesi düşünülemez. O, bundan yücedir, uzaktır. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece "ol!" der ve o da oluverir.
Şüphesiz, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse (yalnız) O'na kulluk edin. Bu, dosdoğru bir yoldur.
(Fakat hıristiyan) gruplar, aralarında ayrılığa düştüler.(9) Büyük bir günü görüp yaşayacakları için vay kâfirlerin hâline!
Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitip ne iyi görecekler! Ama zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler.
Onları, gaflet içinde bulunup iman etmezlerken işin bitirileceği o pişmanlık günüyle uyar.
Şüphesiz yeryüzüne ve onun üzerindekilere biz varis olacağız, biz! Ancak bize döndürülecekler.
Kaynak:

https://islamansiklopedisi.org.tr/meryem

KATEGORİDEKİ MADDELER

    Abdulkadir Hüseyni

    (1907-1948) Filistin’in ünlü Hüseyni ailesinden olan ve Filistin direnişinin sembol isimlerinden Abdulkadir Hüseyni, 1907 yılında İstanbul’da doğdu. Birleşmiş Milletler’in Filistin’i taksim kararından itibaren topraklarını savunma amacıyla Hagana ve İrgün gibi Siyonist çetelere çeşitli operasyonlar düzenledi.

    Abdulkadir Hüseyni’nin kontrol ettiği tepelerin en önemlisi Kastel’di. Ona göre Kastel, Kudüs‘tü, Kudüs'e giden yolu korumak demekti. Kastel düşerse Kudüs’ün de Siyonistler tarafından ele geçireceğini söylüyordu. Abdulkadir Hüseyni, 7 Nisan 1948 gecesi Kastel’i ele geçiren Siyonistlere karşı gerçekleştirdikleri operasyon sırasında şehit düştü. Cenazesi 9 Nisan 1948 tarihinde Mescid-i Aksa’da kılındı ve kabri Mescid-i Aksa’nın içerisinde bulunan babası Musa Kazım Paşa’nın kabrinin yanına defnedildi.

    BİR MÜCAHİTTİ

    Abdulkadir Hüseyni, bir müddet gazete editörlüğü yaptı. Ama İngilizlere ve Siyonistlere karşı mücadele vermek için işinden istifa etti.

    13 Ekim 1933 yılında İngilizlere karşı, babası ile Kudüs’te ve iki hafta sonra 27 Ekim 1933’te Yafa ’da büyük çaplı gösterilere liderlik etti.

    Gösteriler sırasında elli kişi hayatını kaybetmiş ve onlarca kişi yaralanmıştı. Abdulkadir Hüseyni elinden kurşunla yaralanmış, babası Musa Kazım Paşa ise İngiliz askerleri tarafından yaralanarak şehit edilmişti.

    Abdulkadir Hüseyni, ilk başlarda Filistin’in dağlarında direniş sergiledi. Hüseyni, 6 Mayıs 1936’da İngiliz Manda Yönetimine karşı silahlı mücadelenin başladığını duyurdu ve İngiliz silahlı kuvvetlerine karşı operasyonlar yapmaya başladı. Bu silahlı mücadele kısa sürede tüm Filistin’e yayıldı. İzzeddin El Kassâm komutasındaki birlikler de bu mücadeleye destek verdi. Abdulkadir Hüseyni bu çatışmaların birinde ağır bir şekilde yaralanmış ve İngilizler tarafından esir düşerek, hastaneye kaldırıldı. Hüseyni daha sonra Cihad-ı Mukaddes Örgütü üyeleri tarafından bir operasyonla Suriye’ye kaçırıldı.

    FİLİSTİN’E DÖNÜŞ VE KASTEL HADİSESİ

    Abdulkadir Hüseyni, BM’nin 29 Aralık 1947 yılında Filistin topraklarını bölme kararlarına kadar Filistin’den uzakta yaşadı. Abdulkadir bu karardan sonra tam anlamıyla bir gerilla savaşı başlattı. Hüseyni’nin kuvvetleri, Latrun’dan Kudüs Yolu boyunca Abû Gôş, Nebi Samuel gibi mevcut tepeleri kontrol ediyordu. Bu tepelerin en önemlisi ise Kastel’di. Kastel Tepesi, Tel Aviv’den Kudüs’e giden yolu gözleyen en yüksek tepe olma özelliğini taşımaktaydı.

    Abdulkadir Hüseyni silah mühimmatı elde etmek için Şam’a gittiğinde Siyonistler, Abdulkadir Hüseyni’nin yokluğunda, tam da Şam’da silah yardımı istemekteyken, 2 Nisan 1948’de Kastel’i almak üzere bir operasyon başlatarak çok kısa bir sürede Kastel’i ele geçirdi. Hüseyni bir grup askeriyle 7 Nisan 1948 gecesi Kastel’i ele geçiren Siyonistlere karşı operasyon yapmaya karar verdi. Abdulkadir Hüseyni 7 Nisan 1948 Çarşamba gecesi yaşanan çatışmalarda şehit düştü.

    Onun bu mücadelesinde yardımsız bırakılan ve gittiği her yerden boş dönmesini sağlayan yerli işbirlikçilere de “Sizler hainsiniz ve tarih sizi unutmayacak” diye seslenmiştir.

    Allah şehadetini kabul eylesin.


    (Abdülkadir El Hüseyni’nin cenazesinden Mescid-i Aksa)

    KAYNAKÇA;

    Gzt/mecra

    Ayrıntılar

    Abdulmelik Bin Mervan

    Emevî devletinin beşinci halîfesidir. Künyesi Ebu’l-Velîd, lakabı Ebu’l-Muluk’dur. 646 yılında (hicri 24) Medîne’de doğmuştur. 705 yılında Şam’da (Dimaşk) cüzzam hastalığından vefat etmiştir. Babası Mervân bin Hakem, Emevî halîfelerinin dördüncüsü olup, Hz. Osman’ın amcasının oğlu, damadı ve başkatibi idi. Annesi tabiin olan ve Ebu Hureyre’den, Cabir bin Abdullah’dan, Ebu Sa’id-i Hudri’den ve diğer sahabeden hadîs-i şerîf dinleyip aktaran Aişe binti Muaviye idi. (1).
    10 yaşındayken Hz. Osman’ın evine yapılan saldırıya da şahit olan Abdulmelik, 16 yaşında da Halife Muâviye tarafından Medine divanı reisliğine tayin edildi ve Medineli birliklerin başında Bizans’a karşı yapılan bir sefere iştirak etti. Muâviye’nin ölümünden sonraki iktidar mücadelelerine şahit oldu. 683 yılında, 681 yılında Hz. Hüseyin’in I.Yezid’in emriyle şehit edilmesi sonrasında rahatsız olan Medinelilere yönelik yapılan ve yüzlerce sahabi ve tabiinin şehit edilmesiyle sonuçlanan Harre Savaşı’nda Emevi ordu komutanı Müslim bin Ukbe’ye savaş stratejisi anlamında danışmanlık yaptı. Harre Savaşı, Emeviler döneminde Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi ile birlikte müslümanlar arasında ayrışmayı hızlandıran ana unsurlardan biri oldu. 4.Emevi halifesi Mervân b. Hakem’in 685 yılında ölümü üzerine Abdülmelik, Şam’da (Dimaşk) hilâfet makamına geçti. 7 senesi Suriye ve Mısır’da, 14 senesi de bütün İslâm memleketlerinde olmak üzere; 21 yıl halifelik yaptı.

    Aşere-i mübeşşereden Zübeyr bin Avvam’ın oğlu olan sahabi Abdullah bin Zübeyr’in, Emevi devletinin yaptığı haksızlıklarına karşı, Hicaz bölgesinde Abdülmelik’in babası Mervan bin Hakem döneminde 683 yılında başlattığı isyan, Hicaz, Mısır ve Irak bölgelerinde Emevileri oldukça meşgul etmiş, Haccac-ı zalim ve onun gibi komutanlar, Emevilere karşı isyanları 9 yılda zorlukla bastırmıştır. 692 yılında Abdülmelik bin Mervan’ın talimatıyla Mekke, Haccac tarafından kuşatılmış ve Mekke halkı aç bırakılarak teslim olmaya zorlanmıştır. Bu kuşatma sonrası Emevi hilafetine karşı çok büyük tehdit olarak görülen Abdullah bin Zübeyr şehit edilmiş, isyanlar bastırılmış ve Emevi coğrafyasında “bütünlük” sağlanmıştır. Tüm bu problemleri çözmeyi başaran Abdulmelik, Kuzey Afrika’yı da kontrol altına alarak, tüm İslam dünyasının bi’atını aldı. Ardından, Bizans da Emevilerin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı.

    Abdülmelik, 20 yıllık halifeliğinin ardından 705 yılında 60 yaşında Şam’da (Dımaşk) vefat ettiğinde, oğlu Velid'e Atlas Okyanusu'ndan Ceyhun nehrine kadar uzanan siyasi, askeri ve idari bakımdan sağlam bir devlet bırakmıştı. Ayrıca, Abdülmelik, kendisinden sonra dört oğlu halife olduğundan, kendisine "Ebü'l-mülük" (hükümdarlar babası ) denilmiştir.(2)

    Abdülmelik devrinde imar özel önem verilmiş, artık büyük bir imparatorluk haline gelen İslâm devletinin her tarafında yollar ve köprüler yapılmış, birçok eser meydana getirilmiştir. Bunların başında, Abdülmelik bin Mervan’ı Kudüs’le de özdeşleştiren İslâm tarihinin büyük camilerinin ilki olan Kubbetü’s-sahra’nın inşası gelmektedir. Abdülmelik tarafından 689-691 yılları arasında inşa ettirilen ve Kudüs haremindeki kutsal kaya üzerinde yer alan Kubbetü’s-sahra, ortası kubbeli sekizgen yapıdadır. İslâm mimarisinin bilinen ilk kubbeli eserlerindendir ve Kudüs’ün fethinden sonra Hz. Ömer tarafından yaptırılan mescidin yerine inşa edildiği için Ömer Camii de denilmektedir. Binanın üzerinde bulunduğu kutsal kaya (sahre, hacerü’l-muallak, Dome of Rock) rivayete göre Hz. Mûsâ’nın kıblesidir. Kitâb-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da doğrudan doğruya kayadan söz edilmez; ancak Talmud ve mişnalarda (yahudi sözlü geleneğinin ve Rabbânî hukukunun temel eseri) geçen “even şetiyya”nın, bir görüşe göre de Eski Ahid’de geçen “dünyanın temelindeki köşe taşı”nın (Eyub, 38/4-6) bu kaya olduğu sanılmaktadır. Yahudi geleneğinde kayanın Süleyman Mâbedi’nin Kudsü’l-akdes bölümünün temelini teşkil ettiği, dünyanın ortasında bulunduğu, Nûh’un gemisinin tûfandan sonra onun üstüne oturduğu ve üzerinde Hz . İbrâhim’in kurban kestiği, Hz. Dâvûd’un tövbe ettiği gibi değişik inanışlar vardır. Ancak bu iddiaların hiçbirini objektif delillerle desteklenmemiştir.

    Bu alanı müslümanlar açısından değerli kılan hadise ise Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Miraç’ta semaya bu kayanın üzerinden yükselmesidir. Kur’an’ı Kerim’de İsrâ sûresinin 1. ayeti ile, Mescidi Aksa’nın (Beytülmakdis) çevresi ile birlikte kutsal olduğu Allah tarafından bildirilmiştir. Yahudilik ve hristiyanlıkta kutsal kabul edilen “Kutsal Kaya” böylece bu ayetle, kaya ve onu çevreleyen 144 dönümlük alan ile birlikte müslümanlar tarafından kutsal kabul edilmiştir.(3)

    Kaynaklar, 689-691 yılları arasında Abdülmelik bin Mervan tarafından, müslümanlar tarafından kutsal sayılan Mescid-i Aksa'ya Kubbetüssahra gibi ihtişamlı bir sanat eserinin inşa ettirilmesinin, Kudüsün islam diyarı olmasını perçinlediği konusunda hem fikirken, aynı zamanda halife Abdülmelik’in o dönemde Mekke merkezli olarak Emevilere karşı isyan eden Abdullah bin Zübeyr’in, Allah’ın evi Kabe’yi ve Mekke’yi yönetmesine karşılık, onun nüfuzunu kırmak için, müslümanların ilk kıblesi Kudüs’ü öne çıkararak stratejik olarak üstünlük elde etmeyi amaçladığını iddia etmektedirler. Ayrıca, Kudüs’ün o dönemde Emevilerin başkenti Şam’a yakın olması, kolayca kontrol altında tutulabilmesi de, Kudüs’ün ve Kubbetüssahra’nın Emeviler tarafından ön plana çıkarılmasında önemli etkenlerdir.

    Hz. Ömer devrinde başlayan İslam devletinin teşkilatlanması süreci Abdülmelik döneminde de devam etmiş, Abdülmelik döneminde, ordugah şehirler kurulmaya devam edilmiş, posta hizmetleri ile istihbarat vazifesini yürüten “berid” teşkilatını reorganize ederek hakimiyet alanı büyüyen Emevi devletinin, zamanında isyanlar ve gelişmeler hakkında haber alıp, olaylara seri müdahale etmesini sağlamıştır. Ayrıca, ziraatın artırılması için bilhassa Irak’ta sulama kanalları açtırarak, halkın refah seviyesini yükselmiştir.

    Halife Abdülmelik’in önemli icraatlarından biri de ilk İslâmî sikkenin bastırılmasıdır. O tarihe kadar İslâm ülkelerinde Bizans ve Sâsânî paraları kullanılmakta idi. Ancak bu paraların kullanılması bazı sakıncaları vardı. Siyasî ve iktisadî sahalarda ortaya çıkan bu sakıncaları gidermek için Abdülmelik altın (dinar) ve gümüş (dirhem) sikkeler bastırdı; böylece İran ve Bizans paraları kullanımdan kalktı. Abdülmelik Arapça’yı resmî dil olarak kabul ederek, o zamana kadar Suriye’de rumca, İran’da farsça yapılan yazışmaları arapçalaştırdı.

    Abdülmelik daha küçük yaşlardan itibaren kendini Kur'an, hadis ve fıkıh ilimlerine vermiştir. Hz. Osman, Ebu Hüreyre, Ebu Said el-Hudri, Ümmü Seleme, Muaviye, Abdullah b. Ömer ve diğer bazı sahabilerden (Radıyallahü anhüm ecmain) hadis öğrenmişti. Abdülmelik hadis ilmi ile ilgisini halifeliği sırasında da sürdürmüş, doğu eyaletlerinde bilinmeyen ve meşhur olmayan hadislerin ortaya çıkışıyla yakından ilgilenmiş ve 695 yılı hac mevsiminde söylediği hutbede, halkı bu hadislere karşı uyararak onları Kur'an'a ve dinin kesin hükümlerine sarılmaya çağırmıştır. Abdülmelik aynı zamanda içtihadda bulunabilecek kadar islam hukukuna vakıf bir fakih idi. İlme olan saygısı sebebiyle, asrı saadet dönemi sonrasının tanınmış alimleri İbn Ömer, Hasan-ı Basri ve Enes bin Malik'i devrin meşhur, Haccac-ı zalime karşı korumuş ve öldürülmelerine engel olmuştur.


    Kaynakça

    http: //www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Tarihi-Ansiklopedisi/Detay/ABDULMELIK-BIN-MERVAN/32
    Bozkurt, N. http://www.islamansiklopedisi.info/. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=260305
    YILDIZ, H. D. (tarih yok). https://islamansiklopedisi.org.tr. https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulmelik-b-mervan

    Ayrıntılar

    Arthur Balfour

    İskoçya’nın East Lothian bölgesinde 1848 yılında doğan Arthur J. Balfour, 1930 yılında İngiltere-Surrey’de öldü.
    Lise öğrenimini, İngilizlerin en elit ailelerinin çocuklarını kabul eden ve 1441 yılında kurulan Eton Kolejinde tamamladı. Ardından, Cambridge Ünivesitesinde insan bilimleri - tinsel bilimler (moral sciences) olarak da adlandırılan felsefe, din, tarih, filoloji, sanat vb. konularıyla ilgilenen alanda eğitim aldı. Felsefe ve siyasal bilimler ile ilgilendi ve dini inançların kaynağına inmeye gayret etti. Dine karşı duyulan kuşkunun, bilime karşı duyulan kuşkudan fazla olmaması gerekliliğini savundu ve felsefe alanında eserler verdi.

    Üç farklı dönemde toplam 13 yıl İngiltere başbakanlığı yapan ve aynı zamanda öz amcası olan Robert Gascoine-Cecil, Salisbury’nin yönlendirmesiyle, 1874 yılında Avam Kamarası’na Muhafazakar Parti’den girdi.. Sırasıyla, birinci ve ikinci Salsbury hükümetlerinde Yerel Yönetimler Başkanı, İskoçya Bakanı ve İrlanda Bakanı olarak çalıştı. İrlanda’nın bağımsızlığına şiddetle karşı çıkması ve İrlanda’da çıkan ayaklanmaların bastırılmasında etkin rol oynaması, ceza kanunun tavizsiz ve sert şekilde uygulamasından dolayı İrlandalılar kendisine “Kanlı Balfour” adını vermiştir.

    1895 yılında tekrar iktidara gelen Lord Salibury’nin sağlığının kötüleşmesi sonrasında, Balfour hükümette daha aktif oldu ve 1902 yılında Salisbury’nin emekli olmasıyla başbakan oldu.

    Parti içerisinde serbest ticaret konusundaki anlaşmazlıklardan ötürü 1905 yılında başbakanlık görevinden istifa etti. 1906 yılında ise yapılan genel seçimleri Muhafazakar Parti, Liberal Parti’ye karşı ezici bir şekilde kaybetti. Balfour, 1911 yılına kadar parti başkanlığı görevini yürüttü. Daha sonra 1916 yılında Lloyd George’un başbakanlığında kurulan hükümette dış işleri bakanı oldu. Takip eden yıllarda ise iki kez devlet danışma meclisi başkanı olarak görev yaptı ve 1920 yılında da Milletler Cemiyeti’nin (şimdiki Birleşmiş Milletlerin ilk hali) ilk toplantısında İngiltere temsilcisi olarak bulundu.

    Kendi adıyla anılan Balfour Bildirgesi’ni, 2 Kasım 1917 tarihinde İngiltere dışişleri bakanı olarak hükümetin verdiği yetkiyle yayınladı. Bu bildiri ile İngiltere, yahudilere Filistin’de bir yurt verilmesini desteklediğini açıklamış ve siyonizm, İngiltere tarafından resmen benimsenmiş oldu (1).
    Bu deklarasyon esasında, I. Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında Balfour tarafından siyonist hareketin önde gelen temsilcilerinden olan Rothschild'e İngiltere dışişleri bakanı sıfatıyla yazılmış bir mektup olup, Filistin topraklarında yahudilere bir vatan vaad etmektedir. Balfour Deklarasyonu, İsrail devletinin kurulmasına giden sürecin en önemli kilometre taşlarından birisi olmuştur.

    Rotschild’e yazılan ve Balfour Bildirgesi olarak da bilinen mektup şu şekildedir;

    “Saygıdeğer Lord Rotschild, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım.

    Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini hakları ile başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır

    Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım.”

    Wikipedia'dan alınmıştır 2

    Balfour Deklerasyonu’nunun yayınlanması ve ardından I. Dünya Savaşı’nın da sona ermesiyle, İngiliz mandasında bulunan Filistin topraklarına 1920 ve 1940 yılları arasında, yahudi göçü artmıştır.Nazilerin yahudilere uyguladığı soykırım yahudi göçüne giderek hız kazandırmıştır.

    Ardından, 1948 yılında İsrail devleti kuruldu. İsrail devletinin resmen kurulması, Filistinlilerin yaşadıkları yerlerinden zorla sürülmelerine neden olduğundan, Filistinliler tarafından İsrail devletinin resmi kuruluş gününe Nekbe (Büyük Felaket) denilmektedir. Filistin topraklarının yahudileştirilme sürecinin tarihteki en önemli aktörü olan İngiltere’nin, manda yönetimini bölgeden çekmesi ve İsrail devletinin kurulması sonrasında 1948-1960 yıllarında daha yoğun olmak üzere günümüzde dahi Filistin topraklarına yahudi göçü devam etmektedir. (2).

    Referanslar

    1 http://sosyolojisi.com /. Retrieved from http://sosyolojisi.com/arthur-balfour-kimdir-hayati-kitaplari-donemi-hakkinda-bilgi/47936.html/

    2 Fırat, E. https://www.aa.com.tr/. Retrieved from https://www.aa.com.tr/tr/dunya/filistinde-isgalin-yolunu-acan-balfour-deklarasyonu-100-yasinda/954461.

    Ayrıntılar

    Azize Helena

    Bizans’ın farklı açılardan ünlü imparatoriçeleri oldu. Bizans’ın ilk meşhur kadını, I. Konstantin’in annesi İmparatoriçe ve Azize Helena idi.

    Kudüs’e yaptığı hac ziyareti sırasında Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiği Haçı (True Cross-Crux Vera) ve çarmıha gerilmede kullanılan çivileri bulduğu düşünülür. Haçı bulduğu yere Holy Sepulchre (Kutsal Kabir Kilisesi) isimli bir kilise inşa ettirmiştir. İnanışa göre Helena, bu haçtan aldığı üç parçadan birisini Kudüs’te bırakır, diğerini Konstantinopolis’e ve üçüncü parçayı da Roma’ya getirir. Roma’daki parça Santa Maria di Gerusalemme Kilisesi’ndedir. Hristiyanlık tarihinde ilk hac, Helena ile başlamıştır; haçı Hıristiyanlığın sembolü haline getiren de odur, denir.

    Helena, hristiyan inancına göre torunu Crispus’un ölümüyle çok sarsılır, ilk HAC’ına başlar ve kalbini tamamen İSA’ya ve acılarına verir, Hristiyanlık tarihinde ilk HAÇ YOLU, böylece başlamıştır. Kudüs’e gider, bu kutsal yerlerde, İsa’nın haçını aramaya başlar. Helena’nın, GERÇEK HAÇ’ı bulması üzerine çeşitli bilgiler vardır. Aziz Ambrosius’un 395 yılındaki şahitliğine göre Helena, antik bir sarnıçta, Golgota’nın, üç haçını bulur, ve gerçeğini üzerindeki üç lisandaki yazılar sayesinde tanır.
    Helena hayatı boyunca fakirlere hediyeler vermiş, mahkumları serbest bırakmış ve mütevazı elbiselerle sıradan dindarların arasına karışmıştır.
    325 yılında oğlu tarafından Augusta ilan edilmiş; aynı yıl Nicaea’da (İznik) toplanan Konsil, Helena’ya Hıristiyanların Annesi ünvanını vermiştir. 330 yılında 80 yaşında Konstantinopolis’te ölmüştür. Onun ölümünden sonra Büyük Konstantin kiliseler için kamu fonlarından verdiği desteği artırmıştır.

    Kutsal toprakları ziyaret eden, İsa’nın çarmıha gerildiği haçı bulduğunu öne sürerek; belki de oğlunu Hıristiyan olmaya ikna ederek, en azından Hıristiyanlara yapılan eziyetleri durdurmaya ikna eden kişi olduğu düşünüldüğü gibi, oğlunu İsa’nın mezarını yapmaya ikna ederek Hıristiyan dünyası için çok önemli olmuş, azizelik mertebesine yükseltilmiştir. Hasta, yoksul ve mahpusların, genç kızların, problemli evliliklerin, din değiştirenlerin, iş hayatında zorluk yaşayanların yardımcısı, hırsız ve yangına karşı da koruyucu olduğuna inanılmıştır.Ayrıca yeni buluntuların koruyucu azizesidir.
    Azize Helena (246/250-328/330) genellikle başında bir taç ve elinde bir haçla betimlenir. Ortodoks Kilisesi, Doğu Ortodoks Kilisesi (Ermeni Apostolik, Süryani Kadim, Kıpti, Habeş, Eritrea ve Hint Ortodoks kiliseleri gibi kendi patriği olan, kendi dilinde ibadet eden, monofizit kiliseler), Katolik Kilisesi ve Anglikanlar tarafından azize olarak kabul edilir.
    Ortodoks Kilisesi yortu gününü oğluyla beraber 21 Mayıs’ta, Batı Kiliseleri ise 18 Ağustos’ta, haç olayından dolayı, Azize Helena’yı anmaktadır.
    Helsinki, Uspenski Rus Ortodoks Katedrali.
    Kaynak : (Kavrakoglu.com)

    Ayrıntılar

    Babil Kralı II. Nabukadnezar (Buhtunnasr)

    Milâttan önce 605-562 yılları arasında hüküm süren, Yahuda Devleti’ni ortadan kaldırarak Kudüs’ü ve Süleyman Mâbedi’ni yakıp yıkan Bâbil kralıdır.
    İbrânîce’de ismi Nebukadrezzar (Nebukadretsar) ve Nebukadnezzar (Nebukadnetsar) şeklinde nakledilmektedir. İslâmî kaynaklarda Araplar’ın ona Buhtnassar, İranlılar’ın ise Buht-i Nassar dedikleri nakledilmektedir. Buhtunnasr, Yeni Bâbîl Krallığı’nın kurucusu ve Keldânî hanedanının ilk kralı Nabopolassar’ın oğludur.

    Babasının saltanatı sırasında orduda kumandan olarak görev yapmıştır. Firavun II. Nechao’nun Fırat’a doğru ilerlemesi üzerine, hasta olan babası tarafından ordunun başına getirilmiş, Mısır ordusunu Kargamış’ta yenerek geri çekilmeye mecbur etmiştir (M.Ö 605). Firavun II. Nechao’yu Mısır sınırına kadar takip eden Buhtunnasr, bu arada Suriye ve Filistin ile Yahuda Krallığı’nı da yönetimi altına almış, fakat babasının ölümü üzerine Bâbil’e dönerek tahta geçmiştir. M.Ö. 599’da, Mısır tarafını tutan göçebe kabilelerin kontrolünü sağlamak için tekrar Suriye’ye sefer yapmış ve arap topraklarını yağmalamıştır.

    Hz.Süleyman’ın vefatından sonra Beni İsrail topluluğu ikiye ayrılmış, on kabileden İsrail devleti, iki kabileden ise Yehuda devleti kurulmuştur. On kabilenin bir araraya gelmesiyle kurulan İsrail devletini M.Ö 721’de Asuriler yıkmıştır. Yahuda Kralı Yehoyakim’in, Peygamber Yeramya’nın öğütlerine rağmen vergi ödememesi üzerine Babil kralı Buhtunnasır M.Ö. 598 yılı sonunda Kudüs’e yürümüş ve birkaç hafta süren kuşatmadan sonra M.Ö. 16 Mart 597’de şehri almış ve Yehuda devleti böylece yıkılmıştır. Kudüs’ün düşmesinden önce ölen Yehoyakim’in yerine geçen oğlu Yehoyakin ise tahtta ancak üç ay kalabilmiş, Bâbil ordusu tarafından şehrin teslim alınışından sonra ise ailesi ve ileri gelenlerle birlikte Bâbil’e götürülmüştür. Buhtunnasır, Yehoyakin’in yerine onun amcası Mattanya’yı, adını Tsedekiya olarak değiştirip kral yapmış, ayrıca, kral evinin ve mabedin hazinelerini de yağmalamıştır.
    Başlangıçta Bâbil krallığına itaat eden Tsedekiya, saltanatının dokuzuncu yılında Ürdün’ün doğusunu kontrol eden Edom, Ammon, Moab ve Tyr (Sur) kabileleri ile anlaşma yaparak Mısır’ın yanında yer almış ve Bâbil’e vergi ödemeyi reddetmiştir. Bunun üzerine Bâbil ordusu Kudüs’e yürümüş ve şehri kuşatmıştır. Mısır yardıma gelmemiş ve bir yıldan uzun süren kuşatmadan sonra Buhtunnasr şehri almıştır (M.Ö 586). Yahuda Kralı Tsedekiya kaçmaya çalışırken yakalanmış, gözleri önünde ailesi katledilmiş, kendisi de kör edilerek yahudilerin büyük bir kısmı ile birlikte esir olarak Bâbil’e götürülmüş, ayrıca, Kudüs şehri tamamen yakılmış, Süleyman Mabedi yıkılmış ve yahudiler de Kudüs’ten sürgün edilmiştir.
    Nebukadnezar, Bâbil’i imar edip ülkesinin merkezi yapmış, karısı Amytis’in sıla hasreti çekmemesi için günümüzde Irak sınırları içerisinde yer alan Musul’a yakın, Dicle nehrinin kenarında bulunan Babil’in başkenti Ninova’da yapay dağlardan ve suların akacağı büyük teraslardan oluşan Babil’in asma bahçelerini yaptırmıştır. Bölgenin doğu ve batısında kendisine karşı koyacak kimse bırakmamış, sonrasında gurura kapılarak tanrılığını ilan etmiştir. Nebukadnezar, bir gece rüyasında çok büyük bir ağacın dallanıp yeşillenerek gökyüzüne yükseldiğini dallarında kuşların gölgesinde hayvanların otladığını görür. Ancak gökyüzünden şiddetli bir sesin ağacın kesilmesini emrederek ağacın insan olan kalbi yerine hayvan kalbi konulacağını kökünün çıkarılmadan kalacağını ve etrafının demirlerle çevrilmesini emrettiğini görür. Rüya yorumcularının bu ağacın kendisi olduğunu krallığını kaybedeceğini ve sonra tekrar verileceğini söylemeleri üzerine nihâyet aklını kaybederek kendisinin bir öküz olduğunu zannetmeye başlamış, yedi yıl boyunca ormanlarda dolaşmış, yabani hayvanlarla birlikte otlamıştır. Bu süre içerisinde Babil krallığını, hanımı idâre etmiştir. Bazı kaynaklarda, ölümünden bir sene öncesinde, aklı kendisine iâde edilip böylece öldüğü de rivâyet edilmektedir.

    Buhtünnasr, Kudüs şehrini defalarca yağmalamış, Tevrât ve Zebûr’u yakıp ortadan kaldırmıştır. Böylece, zaman geçtikçe Tevrât’ın birçok bölümü unutulmuştur. Hatırda kalanlar yazılmaya başlandığında ise, Tevrât aslî hüviyetini tamâmen kaybetmiş, birbirini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıkmış. M.Ö. 500 yıllarında yaşadığı tahmin edilen Ezrâ (Üzeyr), yazılan bu Tevrât’ları toplamış, Mâbedin ikinci kez yapılışında bulunmuştur. Bugünkü yahûdî anlayışına göre o zamana kadar tamâmen kaybolmuş olan Tevrât’ı, Rab Yehuda, Ezrâ’ya yeniden vahyederek yazdırmıştır.

    SONUÇ:
    1.Yeryüzünde fesat çıkarmamaları ve kendi aralarında sapkınlığa ve ayrılığa düşmemeleri konusunda defalarca uyarılan yahudilerin adeta cezalandırıcısıdır Buhtunnasr’dır.

    2.Yeryüzünde yaşanan büyük sürgünlerin ve ölümlerin yakılıp yıkılan kadim şehir Kudüs ve Süleyman mabedinin yıkılmasının, kaybolan Ahd-i Atik sandığının ve yakılan Tevratın azmettiricisi Buhtunnasr’dır.

    3.Ne kadar yaşarsan yaşa, ne kadar çok büyük krallığın olsa da ‘’ben ne kadar büyük kralım, her şeyi ben yaptım, bu krallığı ben yarattım ‘’ diyerek öncesinde Nemrut gibi bir örnek olmasına rağmen ders almayan insanoğlunun haşa kendini Tanrı ilan eden sapkınlığının sembolü Buhtunnasr’dır.

    Kaynaklar:

    https://islamansiklopedisi.org.tr/buhtunnasr

    İslam ve İhsan Dergisi,

    www.arkeolojikhaber.com,

    Ayrıntılar

    Calut

    Calut, Hz. Dâvud (a.s.) zamanında yaşamış, Amâlik kavminin kralıdır.
    Amalika kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Amalika kavminin kralı Calut, Hz. Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrailoğullarına saldırmış, pek çok kişiyi esir almış, kıymetli eşyalarına el koymuş ve hatta Tevrat’ı dahi ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara Hz. Musa’dan sonra bir peygamber göndermişti.

    İsrailoğulları peygamberlerine Allah yolunda savaşmaları için kendilerine bir hükümdar tayin etmesini ve bu şekilde Calut a karşı savaşarak tekrar eski yurtlarına dönmek istediklerini söylerler. Bu peygamber onlara Allah’ın kral olarak Tâlût’u seçtiğini haber verir ve Talut yeni hükümdar olarak tayin edilir ancak halk Talut’u küçük görerek hükümdarlığını kabul etmek istemezler. Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247).

    Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248).
    Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre çok az asker uydu.Savaş meydanında, orduya katılan büyük kardeşlerini ziyaret için karargâha gelen genç yaştaki Dâvûd, Talut’un izniyle Golyat(Calut)’ın karşısına çıkmak ister ve sapanıyla Calut’a attığı taş ile onu alnından vurur, sonra da kılıçla başını keser.

    Hz. Dâvud (a.s.), Tâlut ve Eşmuil (a.s.)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252).

    Ayrıntılar

    Cemal Abdülnasır

    CEMAL ABDÜNNASIR (1918-1970)
    Mısır'da 1952 yılında askeri bir darbeyle yönetime el koyan “Hür Subaylar” kurucuları arasında bulunan, 1956 yılında Mısır’ın 2. Cumhurbaşkanı olan Cemal Abdünnasır, Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi gibi birçok köklü değişim ve etkin bir dış politika ile Arap dünyasında bir önder rol oynamıştır.

    Hayatı

    Abdülnasır, 15 Ocak 1918 tarihinde babasının postane görevlisi olduğu Mısır’ın İskenderiye şehrinin fakir bir mahallesinde dünyaya geldi. İsmi Cemal Paşa'ya atfen verilmiştir. Tam adı Cemal Abdünnâsır'dır. İkisi kız, üçü erkek beş çocuğu olmuştur.

    Ortaöğrenimini Kahire'deki amcasının yanında tamamladı. Kısa bir süre hukuk okuduktan sonra 1937 yılında Kahire'deki Kraliyet Askeri Akademisi'ne girerek 1939'da teğmen olrak mezun oldu. Sudan'daki Mısır ordusunda görev yaparken arkadaşlık kurduğu üç subayla (Zekeriya Mohyeddin, Abdülhakim Amir ve Enver Sedat) birlikte 1949’da İngiliz egemenliğine ve krallık yönetimine son vermeyi amaçlayan gizli “Hür Subaylar Örgütü” nü kurdular.

    1951'de yarbaylığa yükseldi. Savaşın ardından baş gösteren siyasi bunalım ortamında, Hür Subaylar Hareketi 23 Temmuz 1952'de darbeyle yönetime el koyarak Kral Faruk’u yönetimden uzaklaştırdı ve ailesiyle birlikte devrik Kralı İtalya’ya sürgüne gönderdi. Orgeneral Muhammed Necib'in devlet başkanlığına getirilmesine karşın, gerçek iktidar Nasır'ın denetimindeki Devrimci Komuta Konseyi'nin eline geçti. Ocak 1953'te siyasi partiler kapatıldı ve Özgürlük Birliği adlı yeni bir parti devlet içinde çekirdek örgütler kurdu. Haziran 1953'te Cumhuriyet ilan edildi ve İngilizlerle Süveyş Kanalı bölgesinin boşaltılmasını öngören bir antlaşma imzalandı. 1954 ilkbaharında Necib'in görevden alınmasına yol açan iç çekişmelerden sonra perde arkasındaki konumundan çıkarak başbakanlık görevini üstlenen Nasır, en güçlü muhalefet odağı olan “Müslüman Kardeşler” in faaliyetlerini yasaklayarak konumunu kuvvetlendirdi. Ocak 1956'da tek partili siyasi sisteme dayalı yeni anayasayı yürürlüğe koydu. Haziranda da tek aday olarak gidilen seçimlerde oyların yüzde 99,95'ini alarak cumhurbaşkanı seçildi.

    Süveyş Kanalı
    Bandung Konferansı'na (1955) katılarak Yugoslavya devlet başkanı Josip Tito ve Hindistan başbakanı Cevahirlal Nehru ile birlikte bağlantısızlar hareketinin önderleri arasında yer alan Nasır önceleri ılımlı bir dış politika izlemeye özen gösterdi. Ama Birleşik Krallık ve ABD'nin, Nil Nehri üzerine inşa edilecek ve bölgenin gelişmesini oldukça hızlandıracak olan ve Türkiye’deki Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) benzeri bir proje olan Asvan Barajı projesinin finansmanından vazgeçmesi üzerine gerekli kaynağı sağlamak için Süveyş Kanalını millileştirme yoluna gitti. Ekim 1956'da İsrail, Fransa ve Birleşik Krallık'ın giriştiği ortak harekatla başlayan Süveyş Bunalımı sırasın

    da, İsrail'in Sina Yarımadasını Şarmü'ş-Şeyh'e kadar işgal etmesine ve Mısır Hava Kuvvetleri'nin ağır bir darbe almasına karşın, ustaca manevralarla bölgeye dış müdahaleleri boşa çıkardı. Abdünnasır’ın Arap dünyasındaki saygınlığını artıran ve Ortadoğu coğrafyasında Arap milliyetçiliğinin artmasına neden olan bu olayın ardından Abdünnasır daha radikal bir çizgiye yöneldi. 1958 yılı başlarında Mısır ve Suriye'nin Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmesine öncülük etti. Suriye'nin 1961'de birlikten çekilmesini Arap ülkelerindeki gerici(din eksenli) rejimlere bağlayarak Arap dünyasındaki devrimci hareketleri etkin biçimde desteklemeye başladı. Ertesi yıl Arap Sosyalist Birliği'ni kurdu.

    Cemal Abdünnasır ve Filistin
    Abdünnasır'ın aynı dönemde İsrail'e karşı militan bir tutum takınması, Mısır'ın Ortadoğu sorununa daha yakından karışmasına ve silahlanmaya geniş kaynaklar ayırmasına yol açtı. Mısır birliklerinin Yemen'deki iç savaşta (1962-1967) cumhuriyetçilerin yanında çarpışmasıyla ABD ile ilişkileri gerginleşti. Önceleri İsrail sorununu Arap dünyasında birliği sağlamanın amacı olarak gören Nasır, 1967'de Sina Yarımadasına kuvvet yığdı. 22 Mayıs 1967'de, İsrail'in Eilat'a deniz erişimi olan Tiran Boğazı'nın tüm İsrail gemilerine ve İsrail’e gitmekte olan diğer gemilere kapalı olduğunu ilan ederek, Akabe Körfezini ulaşıma kapattı, böylece İsrail'le açık çatışmaya yöneldi. Bunu izleyen Altı Gün Savaşı'nda (5-10 Haziran 1970) erken davranan İsrail'in Mısır uçaklarını yerdeyken yok etmesi ağır bir yenilgiyi getirdi. 9 Haziran'da, Nasır bütün sorumluluğu üstlenerek canlı yayında gözyaşları içerisinde istifa ettiyse de yaygın kitle gösterileri nedeniyle ertesi gün kararını geri aldı. Savaş sonrası dönemde radikal çizgisinden giderek uzaklaştı.

    23 Temmuz 1969'da, İsrail'e karşı bir yıpratma savaşı açtığını ilan etti. Bununla birlikte Nasır, aynı günlerde bir ateşkes düzenlenmesini öngören Rogers Planı'nı kabul etti ve 7 Ağustos'ta bu plan, Süveyş Kanalı boyunca yürürlüğe girdi. Bunun üzerine, Mısır'ın Sudan ve Libya ile ilişkilerini güçlendirmeye girişti ve Araplar arasında çıkan birçok anlaşmazlığa aracı olarak müdahalede bulundu; 27 Eylül 1970'te yeni bir Ürdün-Filistin çatışmasına son vermeyi başardı.

    Ölümü
    28 Eylül 1970'te Arap liderlerle yaptığı zirve sonrası, ağır bir kalp krizi geçirdi. Doktorları tarafından derhal müdahale edilmesine rağmen aynı gün saat 18.00 sularında vefat etti.[2] Doktorları ölüm nedenini; damar sertliği, varis ve diyabet hastalığının uzun süreli komplikasyonları olduğunu açıkladı. Nasır'ın ölümü Arap ülkelerinde ve dünyada şok etkisi yarattı.[3] 1 Ekim'de Kahire'de düzenlenen cenaze törenine 5 milyon kişi katıldı.[4] Kalabalığın uzunluğu 10 kilometreyi buluyordu. Suudi Arabistan Kralı Faysal hariç tüm Arap liderler cenazeye katıldı. Arafat ve Kral Hüseyin açıkça ağlarken, Libya lideri Muammer Kaddafi üzüntüden iki kez bayıldı. Lübnanda çıkan Le Jour gazetesi Nasır'ın ölümünü, "100 milyon Arap yetim kaldı" manşetiyle duyurdu. Nasır, Kubbe semtinde bir sene önce inşa edilmiş bir camiye defnedildi. Mezar taşı olarak Mısır dışında ölen Krallık dönemi Veliahtı Prens Mehmet Ali Tevfik'in kendisi için hazırlattığı "Allah" yazılı kristal konuldu.

    Kaynakça

    Nutting, Anthony (1972), Nasser, New Yor: E.P. Dutton

    Murat Bardakçı (2011), Neslişah, İstanbul: Everest, s. 289

    Biyografi.info, cemal-abdulnasir (2019)

    Ayrıntılar

    Cemal Paşa

    EMAL PAŞA (1872-1922)
    II.Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’nin üç liderinden (Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa) biridir. Ayrıca, 1914-1917 yılları arasında, yani I. Dünya Savaşının en yoğun yaşandığı dönemlerde Filistin’deki 4. Ordu komutanlığı ile Suriye Genel Valiliği yapmıştır.
    1872 yılında dönemin Osmanlı toprağı olan Midilli Adası’nda doğmuştur. Kuleli Askeri İdadisi’nden 1890’da, Harbiye Mektebinden de 1893’te mezun olmuş, 1895 yılında kurmay yüzbaşı olmuştur. Genelkurmayda, Selanik’te, Kırklareli’nde çalışmış, bu süre zarfında gizli bir örgüt olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde yer almıştır. 1905’te binbaşı olduktan sonra demiryolları müfettişi olarak görevlendirildi. Bu dönemde kolağası rütbesinde(kıdemli yüzbaşı) olan M. Kemal ile de tanıştı.

    1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi sonrasında Selanik’teki İttihat ve Terakki Cemiyet’inin İstanbul’a gönderdiği 10 delegeden de biri Cemal Paşa olmuştur. 1909 yılındaki 31 Mart Vak’ası üzerinde İstanbul’daki ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusunda da görev almıştır. Cemal Paşa ardından, Çukurova'da çıkan karışıklıkları ve Ermeni ayaklanmasını bastırmak üzere 1909 yılının Ağustos ayında Adana valisi olarak tayin edildi. Bir sene sonra hastalanarak İstanbul'a döndü, ancak bu sefer de 1911 ortalarında Arap aşiretlerinin ayaklanmalarını bastırmak için vali olarak Bağdat‘a gönderildi.

    1912 yılında Balkan Savaşı başlayınca İstanbul'a döndü. 2. Ordunun yedi redif tümeninden biri olan Konya redif tümeni komutanı olarak katıldığı 1.Balkan Savaşı'nda Bulgarlar karşısında Kırklareli/Vize'den İstanbul/Çatalca'ya kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Aynı yıl Ekim ayında miralaylığa (albay) terfi ettirilen Cemal Paşa hastalandığı için İstanbul'a geri döndü.

    Kısa bir süre sonra, 1912 yılı Aralık ayında Aralık menzil müfettişi ve ordu idare reisi şeklinde idari görevler aldı.
    23 Ocak 1913 tarihinde yaşanan Babıâli Baskını sonucunda İttihat ve Terakki’nin güç kazanmasıyla İstanbul Muhafızlığı'na getirildi. Ardında aynı yıl mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltildi.
    1914 yılında önce nafia (bayındırlık), ardından bahriye nazırı (donanma bakanı) olarak hükümette görev aldı. Fransız yanlısı olarak bilinen Cemal Paşa, I. Dünya Savaşı'na girerken, Fransız desteğini kazanmak için Temmuz 1914'te Fransa‘ya gitti. Ancak siyasal ittifak sağlayamadı. Bunun üzerine de Alman yanlısı Enver Paşa ve Talat Paşa ile birlikte 2 Ağustos 1914'de yapılan Osmanlı-Alman İttifakını destekledi.

    Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşına girince de Cemal Paşa, bahriye nazırlığının yanı sıra Filistin'deki 4. Ordu Komutanlığı ve Suriye askeri valiliği vazifelerini de üstlendi.

    1915 senesinde ferikliğe (korgeneral) yükselen Cemal Paşa savaşın ilk senelerinde Suriye‘de büyük bir bayındırlık çalışmasına girişmiş ve toplumsal hizmetlerin düzenli olarak yürümesini sağlamaya çalışmıştır. Cemal Paşa Suriye'de bulunduğu sırada çeşitli toplumsal hizmetlerin ve bayındırlık etkinliklerinin yaygınlaştırılması için çalıştı.

    Yörenin arkeolojik özellikleriyle yakından ilgilendi. Bu dönemde Arap ileri gelenleri arasında ortaya çıkan siyasi hoşnutsuzluğa ve düşmanca yönelimlere tepki gösterdi. Şerif Hüseyin önderliğindeki ayaklanma 4. Ordu'nun bölgedeki durumunun sarsılmasında önemli bir etken olmuştu.

    1915 ve 1916 yıllarında Mısır‘ı İngilizler'den geri almak için girişilen ve tarihe ''Kanal Harekatı'' adıyla geçen savaşlarda komuta ettiği Osmanlı ordusu ağır kayıplar verince geri çekilmek zorunda kaldı.
    İngilizlerin, Filistin ve Suriye'yi ele geçirmesinin sorumlusu olarak görülen Cemal Paşa ordu komutanlığından ayrılarak İstanbul'a geri döndü. Sonrasında bahriye nazırlığından da alındı. Temmuz 1917'de Yıldırım Orduları Grubu kurularak 4. Ordu kaldırıldı.

    Aralık 1917’de İngiliz Generali Allenby'nin Filistinde ilerlemesi karşısında, Osmanlı ordusunun peş peşe mağlubiyet yaşaması üzerine 4. Ordu Komutanlığı görevinden ayrılarak İstanbul'a geldi. I. Dünya Savaşı'nın sonucunda Osmanlı Devleti resmen yenilince, Talat Paşa kabinesinin istifasından sonra 1-2 Kasım 1918'de İttihat ve Terakki'nin yedi lideriyle birlikte bir Alman denizaltısıyla Odessa‘ya kaçan Cemal Paşa, önce Berlin, sonrasında Münih ve İsviçre‘ye giderek İttihatçıların yurt dışı faaliyetlerinin düzenlenmesinde görev aldı.

    İstanbul'daki sıkı yönetim mahkemesince, Osmanlı'da yaşayan Arap unsurlarının isyanına neden olmakla suçlanan Cemal Paşa 5 Temmuz 1919'da gıyabında önce ordudan atıldı.
    Sonrasında gıyaben idama mahkum edildi. Cemal Paşa önce Rusya'ya gitti. Sonra Afgan ordusunun modernleştirilmesi için Afganistan'a gitti. Afganistan‘dan dönerken uğradığı Tiflis'te, Ermeni Tehciriyle ilgili dönemin ana karar vericilerden olması nedeniyle sorumlu tutulup iki Ermeni komitacı tarafından 21 Temmuz 1922'de 50 yaşında arabasında kurşunlanarak katledildi. Mezarı Kazım Karabekir tarafından Erzurum Karskapı Şehitliği'ne getirildi.

    Ayrıntılar

    Cezzar Ahmed Paşa

    Cezzar Ahmed Paşa Bosna’da Müslüman bir ailenin evladı Napolyon Bonaparte’a karşı Akkâ Kalesi’ni ve aslında dolaylı olarak Kudüsü savunması ile ünlü Osmanlı paşasıdır.
    Osmanlı adına Mısır ve çevresini idare eden Abdullah Bey öldürülünce, o güne kadar onun maiyetinde vazife gören Cezzar Ahmed Paşa Buhayre Kâşifliği’ne atandı. Zamanla farklı görevleri başarı ile ifa eden Cezzar Ahmed Paşa,

    Akkâ şehrini merkez edinerek daimi olarak Sayda, zaman zaman da Şam Valiliği yapmıştır. O, bu zaman diliminde Sayda bölgesinde hem Ruslar ve Fransızların Doğu Akdeniz’de hâkimiyet kurma arzuları ile mücadele etmiş, hem Hac Emirliği yapmış, hem de aynı yıllarda vuku bulan Vehhabi isyanlarında gösterdiği başarılarla Osmanlı Devleti’nin bölgedeki en güvendiği bürokratı olmuştur. Ancak Paşa’yı dünyaya tanıtan en mühim hadise şüphesiz o zamana kadar girdiği bütün savaşları kazanıp kendisini yeni İskender olarak gören Napolyon’u Akkâ önlerinde durdurması ve sonunda Fransızları Mısır’ı terke zorlamasıdır.

    Cezzar Ahmed Paşa Sayda Valiliği sırasında Akkâ Kalesi’nde kalıyordu. Napolyon Bonaparte Mısır’ı işgal edince, Cezzar Ahmed Paşa’ya Trablus, Şam ve Kudüs Valilikleri de verilerek Napolyon’u durdurması emredildi.
    Osmanlı Devleti’nin 19. yy. başında uğraştığı sorunlardan biri de Fransa’nın Mısır’ı işgali olmuştu. Fransa’nın asıl hedef İngiltere’nin Akdeniz’deki hakimiyetine son vermek suretiyle Hindistan’a doğru yayılma siyasetini gerçekleştirmekti. Bu amaçla Avusturya ile anlaşan Fransa,

    Venedik Cumhuriyeti’ne son vermiş, Adriyatik Denizi’ndeki adaları ve Balkanlardaki limanları işgal ederek Osmanlı Devleti ile komşu olmuştu.

    1799 yılında Ortadoğu seferine çıkan Fransız General Napolyon Bonaparte, Mısır’ı işgal etmiş,

    Kahire’yi aldıktan sonra Suriye üzerine yürümüştü. Mısır’da varlık gösterebilmek için Suriye’nin elde tutulması elzemdi. Osmanlıya boyun eğdirmek ve anlaşma yollarını tıkamak için elini çabuk tutmak isteyen Napolyon kendince haklıydı. Zira Osmanlı Devleti, Fransa’nın bu tutumu üzerine Rusya ve

    İngiltere ile ittifak yapmış ve bu ittifak gereği de İngilizler, Amiral Nelson komutasındaki donanma gücüyle Fransızları, Mısır

    kıyılarındaki Abu Kir önlerinde yenilgiye

    uğratmışlardı. Donanmasını kaybeden Bonaparte’ın denizle olan bağlantısı kesilmiş ve Mısır’da mahsur kalmıştı. Ordusuyla ilerleyen Bonaparte, yolu üstündeki kıyı şehirlerini zapt etti.

    Önce Gazze’yi sonra Yafa’yı aldı. Yafa’yı ele geçirince de şehirde katliam yapmış, 4000 insanı katletmiş ve yağma başlatmıştı.

    Akkâ ‘ya kadar gelen Napolyon, teslim ol çağrısının, şehri savunan Cezzar Ahmed Paşa

    tarafından reddedilmesi üzerine, Yafa ’da yaptıklarını burada da yapabilmek için kenti kuşattı ve top ateşine başladı.

    Fransız taarruzu şiddetli bir şekilde devam ediyor, Cezzar Ahmed Paşa’nın gösterdiği savunma karşısında bir sonuç elde edilemiyordu. Yer altından tünel açmak suretiyle kaleye girmeye çalışan askerler arasında boğaz boğaza mücadeleler oluyordu. Yine böyle bir gece tünel yakınındaki cephaneliği bizzat ateşleyerek önemli sayıda Fransız askerini havaya uçuran da Cezzar Ahmed Paşa’dan başkası değildi. Ateş cehenneminden kurtulabilen Fransızlar geri çekilirken, muharebeyi takip eden İngiliz amirali de paşanın yaşına rağmen gösterdiği cesaret ve savaş bilgisine olan hayranlığını dile getirmekten geri durmuyordu. Top

    atışlarıyla kent dövülüyor ancak Cezzar Ahmet Paşa’nın askerini yüreklendirmesi ve ilerleyen yaşına rağmen onlarla beraber çarpışması, Napolyon’un bütün hesaplarını alt üst ediyordu.

    Kuşatma yaklaşık iki ay boyunca devam etti. Son günlere doğru Nizam-ı Cedit ordusuna mensup askerlerle takviye olan Osmanlı direnişi karşısında artık Napolyon’un ümitleri kırılmış, “bir

    ihtiyarın oyuncağı olduk” diyerek çekilme kararı almıştı. 64 gün süren kuşatma sonuçsuz kalmış, önemli miktar dada zayiat verilmişti. 20 Mayıs 1799’da geri çekilme kararı alırken kendisinden hatıra olarak yaptığı insanlık dışı katliamlar kalıyordu.

    Cezzar Ahmed Paşa ise elindeki Fransız esirlere insanca muamele etmiş, bir kısmını serbest bıraktırmış, bir kısmını da kalenin onarım işlerinde çalıştırmayı uygun görmüştür.

    Cezzar Ahmed Paşa, 1804 yılında Akkâ’da vefat edene kadar Akkâ Beylerbeyliği görevini sürdürmüştür. Türbesi, hayatta iken Akkâ’da inşa ettirdiği Cezzar Ahmed Paşa Camiinde bulunmaktadır.

    Cezzar Ahmed Paşa karşısında ilk yenilgisini yaşayan Napolyon Bonaparte: '' Akkâ’da

    durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!'' sözünü söylemiştir.

    Paşanın bu direnişi ile Müslümanların ilk kıblesi, adını bildiğimiz, bilemediğimiz nice peygamberin gelip geçtiği bu mukaddes beldenin hizmetkârı Osmanlı, 100 yıl daha Akkâ ve

    civarını imar etmiş, İslam’ın şehri Kudüs’e kalkan olmuştur. 1917 İngiliz işgali ve 1948’de israil işgal devletinin kurulmasıyla Kudüsümüz acı çekmeye yeniden başladı.

    İbrahim Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), TDV İslam Ansiklopedisi (c.7, s.516)

    Ayrıntılar

    Cristiano Ronaldo

    5 ŞUBAT 1985)


    HAYATI VE FUTBOLDAKİ BAŞARILARI

    Cristiano Ronaldo, 5 Şubat 1985 tarihinde Portekiz’in Mederia Adası’nda doğdu. Babası, o dönem ABD Başkanı olan Ronald Reagan’a duyduğu hayranlıktan dolayı ona “Ronaldo” ismini verdi. Futbol hayatına 1992 yılında Andorinha takımında başladı. 1995 yılında CD Nacional‘e geçti. 1997 yılında ise kariyerinde önemli bir çıkış yakalayacağı Sporting Lizbon‘da oynamaya başladı. Burada çeşitli yaş kategorilerinde oynadı. Bu dönemde kalp rahatsızlığı yaşayan Cristiano Ronaldo ameliyat da oldu.

    2003 yılında Sporting Lizbon ile Manchester United arasındaki karşılaşmada oynadığı futbolla Manchester United teknik direktörü AlexFerguson’u oldukça etkiledi ve 2003 yaz mevsiminde Manchester United’a transfer oldu.

    2003 ile 2009 yılları arasında formasını giydiği Manchester United ile 292 maça çıkan ve 118 gol atan Ronaldo, ayrıca 68 asist de yaptı. İngiltere’de iki sezon üst üste “Yılın Futbolcusu” ve bir sezon “Yılın Genç Futbolcusu” ödülünü kazandı. Bir sezonda en çok gol atan kanat oyuncusu rekorunu kırdı. 2007-2008 sezonunda İngiltere Premier League’de gol kralı oldu. Aynı sezon Avrupa Altın Ayakkabı Ödülünü ve FIFA Dünyada Yılın Futbolcusu Ödülünü kazandı.

    Cristiano Ronaldo,2009 yılında Real Madrid‘e transfer oldu. Real Madrid formasıyla 438 maça çıkan Ronaldo, 450 gol ve 131 asistlik performans sergiledi. 2010-2011, 2013-2014 ve 2014-2015 sezonlarında Avrupa Altın Ayakkabı Ödülü‘nü kazandı. 2013, 2014 ve 2016 yıllarında FIFA Ballon d’Or ödülünü kazandı.

    2018 yılında 100 milyon Euro bonservis ücretiyle Juventus‘a transfer oldu. İlk sezonunda forma giydiği 43 maçta 28 gol attı, 10 da asist yaptı.

    2008 yılından beri Portekiz Milli Takımı‘nın kaptanlığını yapan Cristiano Ronaldo, 154 maçta forma giydi ve 84 gol attı.

    RONALDO VE FİLİSTİN

    Seneler 2012’yi gösterdiğinde, dünyada zirveye çıktığında ondan kimse böyle bir hareket beklemiyordu. Çoğu kimse tarafından kibirli ve bencil olarak görülen Ronaldo, Altın Ayakkabı ödülünü, geliri Filistinli çocuklara verilmesi için açık arttırmada sattı. Filistin ile olan ilk bağda böyle kuruldu.

    Cristiano Ronaldo, 23 Mart 2013 yılında Portekiz’in İsrail'le oynadığı Avrupa Şampiyonası Elemeleri maçı sonrasında İsrailli futbolcunun forma değiştirme isteğini reddetti. Mücadele sonunda ise Ronaldo'nun "Katillerle forma değiştirmem" dediği ve bu yüzden formasını İsrailli futbolcuya vermediği ifade edildi.


    2014 yılında yine Filistin için Ramazan’da kurulacak iftar sofraları için 2 milyon dolar bağışladı.


    Cristiano Ronaldo, 2015 yılında ise annesi ile babası bir İsrail saldırısında şehit olan 3 yaşındaki Filistinli Haydar Mustafa’nın kendisiyle tanışma hayalini gerçekleştirdi.

    Daha önce de Filistin’e çok sayıda yardımda bulunan tecrübeli futbol yıldızı, 2019 yılında Filistin’de yine Ramazan ayı boyunca iftar sofraları kurulması için Filistinlilere 1,5 milyon dolar bağışladı. Cristiano Ronaldo, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı zulmü dünyaya duyurması nedeniyle Filistinliler için bir kahraman olmuştur.


    KAYNAKÇA;

    Gzt/zpor

    Ayrıntılar

    David Ben Gurion

    David Ben-Gurion (1886-1973)
    David Ben-Gurion, o dönemde Rus İmparatorluğu'nun bir parçası olan Polonya'nın Płońsk şehrinde doğdu ve kendisine Ben-Gurion David Grün adı verildi. Babası siyonist bir gruba üye olan Ben-Gurion, okul yıllarında babasının yolunu takip ederek siyonist grupların içinde faaliyet göstermeye başladı. Fakat o daha ziyade dinden uzaklaşarak politik siyonizme doğru kaydı.
    Henüz yirmi yaşlarında iken 1906 yılında o dönemde Osmanlı toprağı olan Filistin’e göç etti. İlk yahudi yerleşim birimlerinin portakal bahçelerinde ve şarap mahzenlerinde çalışmaya başladı. O dönemde, Osmanlı topraklarında gizli faaliyet gösteren “Sion Çalışanları” örgütünde etkin rol oynadı, fakat burada da örgüte muhalif tavır takındı. Ben-Gurion’un muhalif tavrına örnek olarak; göçmenlerin ve yerleşimcilerin kendi işlerini diasporanın müdahalesi olmadan yürütme hakkı, İsrail’e göç etmenin her parti üyesinin zorunluluğu olduğu ve İbranice’nin partisinin tek dili olması gerektiği gibi konulardı. I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle iş birliği içine giren ve siyonist örgütün önde gelenlerinden olan Ben-Gurion, siyasi aktiviteleri nedeniyle Osmanlı Devleti tarafından Filistin’den sınır dışı edildi.

    Ben-Gurion, daha sonra 1912 yılında İstanbul'a taşınmış ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırmıştır. Ardından New York'a yerleşen Ben-Gurion, burada Rus doğumlu bir yahudi olan Paula Munweis ile 1917 yılında evlendi ve evliliğinden 3 çocuğu oldu. Ben-Gurion, 1918 yılında İngiliz ordusuna bağlı Yahudi Lejyonu'nun 38. Tabur'una katıldı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Filistin'in İngiltere tarafından teslim alınmasıyla Ben-Gurion ve ailesi Filistin'e geri döndü.

    Ben-Gurion, bugünkü İsrail gizli servisi Mossad’ın ilk nüveleri olan Yahudi Ajansı’nı kurdu.
    Bu ajans, İsrail devletinin kurulmasında önemli faaliyetlerde bulundu ve dağınık olan yahudi toplulukların birleşmesinde çok etkin rol oynadı. Ben Gurion’un özellikle bu dönemde İngiltere’nin Filistin politikasına karşı sert tutum takındığı da göze çarpmaktadır. 14 Mayıs 1948’de Dünya Siyonist Organizasyonu Başkanı ve Filistin için Yahudi Ajansı Başkanı sıfatıyla İsrail’in kuruluş belgesini dünyaya resmen açıkladı. 14-16 Mayıs 1948 tarihleri arasında iki gün daha bu görevi yaptıktan sonra görevi Chaim Weismann devraldı. Ben-Gurion, İsrail’in önde gelen yönetici eliti olması nedeniyle iki dönem İsrail başbakanlığı yapmış ve 1973 yılında ölmüştür.

    Ben Gurion ve Filistin
    Ben-Gurion kendisini Yahudi Devletinin kurulmasına adamıştı. İsrail bağımsızlık bildirisinde, yeni kurulan ülkenin vatandaşlarının "ırk, din, cinsiyet ayrımı yapılmadan eşit sosyal ve siyasi haklara sahip olacağı" beyan ediliyordu. Filistin'de devletin kurulmasından önceki dönemde, Ben-Gurion ana akım Yahudileri temsil etti ve ılımlı biri olarak tanındı.

    İngilizler Ben-Gurion'un önderliğini yaptığı “Haganah” adlı paramiliter(yarı askeri) yapıdaki örgütüyle, İngilizlere karşı direnen daha radikal Yahudilerle mücadele etmek için iş birliği yaptı. Ben-Gurion, Ze'ev Jabotinsky ile şiddete dayalı terörist eylem stratejisini benimseyen ve daha sonra da Ben-Gurion’un halefi olan Menachem Begin önderliğindeki Siyonist Revizyonistlere, nispeten ılımlı görünmesi nedeniyle kuvvetli bir şekilde karşı idi. Ben-Gurion 14 Mayıs 1948'de İsrail Devleti'nin kurulma kararının 6 ya karşı 4 oyla kabul edilmesini sağladı. Bu kararın onaylanması sırasında kendi partisi de dahil olmak üzere siyasi yelpazenin her iki tarafından da muhalefetle karşılaştı.

    Ben-Gurion, İsrail'i Arap-İsrail Savaşını da yönetmiş, Mısır'la yapılan ateşkes ile birlikte 1949 yılında Başbakan olmuştur.
    Yeni kurduğu İsrail devletinde cumhurbaşkanlığı sonrasında başbakan olarak ülkenin önemli kurumlarının kurulmasını sağlamıştır. 1953 yılında bir yıl ara vermekle birlikte, 1948-1953 ile 1955-1963 yılları arasında ülkeyi yönetmiş, böylece II.Dünya Savaşı sonrası yahudi göçünün en yoğun olduğu yıllarda başbakanlık yapmıştır. Ülkenin gelişimini, nüfusça artışını hedefleyen önemli projeleri yönetmiştir. Bu kapsamda, Yahudilerin Arap ülkelerinden helikopterlerle alınması olarak bilinen “Operation Magic Carpet” operasyonu, kırsal yörelerin kalkınmasını ve ülkenin iç kısımlarına su ulaştırılmasını amaçlayan “National Water Carrier” projesi, ayrıca dünyanın dört bir yanından ülkeye gelen yahudiler için işgal edilen yerlerde yeni kasaba ve şehirlerin kurulması gibi yahudileri sevindiren, ancak Filistinli müslümanlara zulmeden bir çok icraat yapmıştır.

    Kaynakça

    Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 1986, 4. cilt s.1649

    Tarık Ali, The Clash of Fundamentalisms: Crusades, Jihads and Modernity, (2 ed.) s. 10

    Ayrıntılar

    Ebu Ubeyde Bin Cerrah (r.a)

    Hz. Muhammed (sav) yaşarken cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere) biri olan Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.), hicretten kırk yıl önce 583 yılında doğdu. Hz. Peygamber’in onuncu dedesi olan Fihr’de Resûlullah ile soyları birleşir. Benî Hâris kabilesinden olan, Câhiliye devrinde Mekke’de okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olduğu için Kureyşliler kendisine değer verirdi. Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Peygamber’in İslâm’a davete başladığı ve henüz Dârül Erkam’a girmediği günlerde Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla müslüman oldu. İslâmiyet’in yayılması için büyük çaba gösterdi ve bu sebeple Kureyşliler’in ağır baskılarına mâruz kaldı. İşkenceler dayanılmaz hale gelince 616 yılında yapılan İkinci Habeşistan Hicreti’ne katıldı. Ancak bir müddet sonra Mekke’ye döndü. Daha sonra Medine’ye hicret etti. Hz. Peygamber, onunla Sa‘d b. Muâz arasında kardeşlik bağı (muâhât) kurdu.
    Ebû Ubeyde, Medine döneminde İslâmiyet’in tebliğ edilmesinde ve idarî işlerde önemli görevler aldı. Hz. Peygamber’le birlikte bütün gazvelere iştirak etti. Bedir Gazvesi’nde mübarezeye (karşılıklı çarpışma) seçilen üç sahabeden biridir. Bu savaşta düşman saflarında bulunan babasını, özellikle kendisine hücum etmesi üzerine öldürmek zorunda kalmıştır. Bundan dolayı; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa müminlerin kâfirleri dost edinemeyeceğini belirten âyetin (el-Mücâdele 58/22) nâzil olduğu rivayet edilmektedir (Taberânî, I, 154-155). Annesi ise babasının aksine Allah’a iman edip son nefesine kadar Allah Rasûlü’ne hizmet etmiştir..

    Ebû Ubeyde Uhud Gazvesi’nde de yiğitlik gösterdi. Uzun boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı olan Ebû Ubeyde, Uhud Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yüzüne batan miğfer parçasını dişleriyle çıkarırken iki ön dişi kırılmıştı.Fakat bu durum, (sahabinin, hemen hemen bütün kaynaklarda yer alan ifade ve itiraflarıyla) Ebu Ubeyde (ra)’nın güzelliğine ayrı bir güzellik katmıştır. Hz. Peygamber mütevazı, zühd ve hayâ sahibi olan Ebû Ubeyde’yi çok sever, ahlâk ve şahsiyetini de takdir ederdi. Hz. Âişe’nin rivayetine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den sonra Resûl-i Ekrem’in en çok sevdiği kişi Ebû Ubeyde idi (Tirmizî, “Menâḳıb”, 14).

    Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen sahâbîlerden biri olan Ebû Ubeyde, hayatı savaşlarda geçtiği için Hz. Peygamber’den sadece on beş hadis rivayet etmiştir. Bunlardan on ikisi Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde bulunmaktadır (I, 195-196).
    Mekke fethinde Hz. Peygamber’in önünde şehre girmiştir. Beytülmâlde görev yapmış; Hudeybiye Antlaşması başta olmak üzere bazı vesikalara şahit olarak adı yazılmıştır.Daha sonra Medine’ye gelen Yemenliler’e İslâmiyet’i öğretmek üzere görevlendirildi. Hz. Peygamber’le din konusunda tartışan ve Hristiyan kalıp cizye vermeyi kabul eden Necranlılar, cizye tahsili için güvenilir birinin kendileriyle gönderilmesini istedikleri zaman Resûl-i Ekrem, “Her ümmetin bir emini vardır; bu ümmetin emini de Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır” diyerek onu Necran’a gönderdi. Ondan sonra “Emînü’l-Ümme” lakabıyla anılan Ebû Ubeyde bu bölgedeki insanlara İslâmiyet’i de öğretti.

    Hz. Peygamber’in vefatı üzerine aralarında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de bulunduğu bazı sahâbîler Ebû Ubeyde (ra)’ye halife olarak biat etmek istediler. Fakat Ebû Ubeyde, bu göreve Hz. Ebû Bekir’in lâyık olduğunu söyleyerek teklifi kabul etmedi. Ayrıca, Hz. Ömer de vefatı öncesinde: "Eğer Ebu Ubeyde sağ olsaydı, devlet başkanlığına onu getirirdim." diyerek ona olan itimatını belirtmiştir. Hz. Ebû Bekir devrinde ilk zamanlar devletin maliye işlerini de yürüten Ebu Ubeyde daha sonra Suriye bölgesine gönderilen ordulardan birine kumandan tayin edilmiştir.

    Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.) ve Kudüs
    Kur’an-ı Kerim’de ismi doğrudan zikredilmeyen ancak müteaddid ayetlerde bereketli kılındığı ve mukaddes olarak vasıflandırıldığı anlaşılan Kudüs, Müslümanların ilk kıblesidir. Bilindiği gibi Allah Resûlü ve sahabe hicretten önce Mekke’de, hicretten sonra da 16 ay kadar Medine’de namazlarını Beytü’l-Makdis’e yönelerek kılmışlardır. Özellikle İsrâ hadisesinden sonra sahabiler, bu mukaddes beldeye yoğun ilgi göstermiş, Hz. Peygamber (as)’in vefatı sonrasında ise Kudüs’ü fethetmeyi amaçlamışlardır. Çünkü Resûlullah, vefatından hemen önce Beytü’l-Makdis’in yakında fethedileceğini müjdelemiş, hatta Şam/Filistin topraklarına gönderilmek üzere Üsâme b. Zeyd komutasında bir ordu hazırlatmıştır. Bu sebeple sahabiler Allah Resûlü’nün vefatının hemen ardından Kudüs topraklarını fethe yönelmişlerdir. Filistin bölgesinin önemli bir kısmı, Hz. Ebû Bekir döneminden itibaren Müslümanların hâkimiyetine girmiştir.

    Hz. Ebû Bekir’in Filistin cephesi komutanı Amr b. el-Âs, başta Gazze ve Nablus olmak üzere birçok kenti Hristiyan Bizans’tan alarak İslam topraklarına katmış ve Kudüs yakınlarına kadar gelmiştir.
    Bizans'la yapılan Ecnâdeyn (634) savaşından sonra Müslümanlara Suriye ve Filistin kapıları açılmış; Yermük (636) zaferiyle Suriye Bizans'tan alınmış ve ardından Filistin'in fethi başlamıştı. Böylece, Asurlular, Bâbilliler, Yunanlılar, Persler, Bizanslılar tarafından yüzyıllardır kana bulanmış olan barış şehri Kudüs’ün, Müslümanlar tarafından fethedilmesine yönelik şartlar da olgunlaşmıştı. Ebu Ubeyde (ra), Hz. Ebubekir’in vefatının ardından Hz. Ömer tarafından Hâlid b. Velîd’in yerine bu bölgedeki orduların başkumandanlığına getirildi.

    Hz. Ebû Bekir döneminde ilk fethedilmesi gereken yerlerden biri olarak görülen Kudüs, nihayet Hz. Ömer döneminde 638 yılında (hicri 17) Ebu Ubeyde b. Cerrâh komutasındaki İslâm ordusu tarafından Bizanslılardan teslim alınmış ve İslâm topraklarına dâhil edilmiştir.
    Kararlı kuşatma sebebiyle şehri teslim etmekten başka çare bulamayan Kudüslü Hıristiyanlar, Müslümanlara Suriye şehirleriyle yaptıkları anlaşmalara benzer bir anlaşmanın kendileriyle de yapılmasını teklif etmiştir. Ancak tek şartları vardır: "Şehri bizzat halifenin teslim alması." Hz. Ömer 638 senesinde, Ebû Ubeyde'nin daveti üzerine Kudüs'e gelerek şehri, patriği Sophronius'tan teslim alarak anlaşmayı imzalamıştır. Döneminde pek çok fetih yapılmasına rağmen Hz. Ömer, Kudüs hariç başka hiçbir şehrin fethinde bizzat bulunmamıştır.Müslüman Kudüs'te, Yahudisiyle, Hristiyanıyla kentte yaşayan her dinden halk, kendilerine tanınan geniş dini özgürlüklerle varlıklarını devam ettirme imkânı bulmuş; kimliklerini de koruyabilmişlerdir. Müslümanların bu erdemli siyasetleri sayesinde şehre asırlarca barış hâkim olmuştur.
    Hz. Ebu Ubeyde, fethettiği Şam ve civarının imarı ve idaresiyle meşgul olurken, veba hastalığına yakalanmış ve şehit olmuştur. Tarihe "Amvas vebası" diye geçen bu elim olayda, Ebu Ubeyde'nin yanı sıra, yüzlerce sahabînin daha vefat ettiği bilinen bir gerçektir. Hz. Ömer, o bölgede veba çıktığını duyunca Ebu Ubeyde'ye bir mektup yazmış ve "Bu mektubu alınca hemen Medine'ye gel. Seninle görüşmek istediğim bir mesele var." demişti. Halifenin maksadını anlayan Ebu Ubeyde, 'Arkadaşlarımdan ayrılamam.' diyerek bu isteğe icabet etmemişti. Vefatı öncesinde Medine'den bu bölgeye kadar gelen Halife, Ebu Ubeyde'yi bölgeden çıkması için ikna etmeye çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Bir karşılama esnasında hem bölge valisi, hem de Suriye bölgesi topraklarının fethini gerçekleştirmiş İslâm ordularının başkumandanı olan Ebu Ubeyde'nin çadırına giren Hz. Ömer, çadırda kılıç, kalkan ve mızraktan başka bir şey göremeyince, ona niçin evde kullanılabilecek eşyalar almadığını sormuş, Ebu Ubeyde de, "Ey Müminlerin Emiri! Onlar rahat ve rehavetimizi, dünyaya bağlılığımızı artırır." diye cevap vermiştir. Gözleri yaşaran Hz. Ömer, "Ey Ebu Ubeyde, dünya herkesi değiştirdi, ama seni değiştiremedi" buyurdu. Ebu Ubeyde, vefatı öncesi insanlara hitaben,

    "Ey insanlar! Bu hastalık Allah'tan size bir rahmettir. Peygamberimiz (sas)'in duasının kabulü ve sizden önceki salih kişilerin ölüm şeklidir." demiş ve peşi sıra bu hastalıktan dolayı vefat etmek için, Allah'a dua etmiştir.
    Öleceğini anlayınca, orada hazır bulunanlara bir vasiyetinin olduğunu bildirdi. Vasiyetinde buyurdu ki:
    - Namazınızı kılınız! Orucunuzu tutunuz! Sadakanızı veriniz! Haccınızı yapınız! Birbirinize iyilikte bulununuz! Âlimlere ve büyüklerinize itaat ediniz! Dünyaya aldanmayınız!

    Bir müddet sonra bu dua kabul olmuş ve Ebu Ubeyde elli sekiz yaşında iken vebadan 'şehid olarak' vefat etmiştir. Cenaze namazını, yerine vekil olarak bıraktığı, Hz. Muaz b. Cebel kıldırmıştır. Kabri şu anda Ürdün'ün Beysin bölgesinde, kendi adıyla anılan köyde bulunmaktadır. Ürdün Vakıflar Bakanlığı, kabrin yanına büyük bir külliye inşa etmektedir.

    Hazret-i Ömer (r.a.) halifeliği zamanında bu evde otururlarken arkadaşlarına: "Bir şeyler isteyiniz, temenni ediniz" dedi. İçlerinden birisi: "Allah yolunda infak etmek için şu ev dolusu altınım olsun istiyorum." dedi. Hz. Ömer: "Daha isteyin" dedi. Bir başkası: "Şu ev dolusu inci, zeberced (kıymetli bir taş) ve yakutum olsun da Allah yolunda infak edeyim, bunu istiyorum" dedi. Hz. Ömer (r.a.):

    "Daha isteyin" deyince: "Bu sözleriyle Emirü'l-Müminin ne demek istiyor anlamıyoruz" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
    "Ben istiyorum ki şu ev, Ebu Ubeyde bin Cerrah gibi rical ile dolu olsun" dedi.

    Son olarak Hz. Ömer (ra)'in oğlu Abdullah'ın şu ifadesiyle yazıya son verelim:

    "Kureyş ricali içinde üç kişi vardır ki, yüzleri yüzlerin en güzeli, zekaları zekaların en keskini, kalpleri de kalplerin en metinidir. Bunlar, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman b. Affan ve Hz. Ebu Ubeyde b. Cerrah'tır." (İbn Asakir).

    Kaynaklar:

    TDV İslam Ansiklopedisi
    Sorularla İslamiyet , Dinimiz İslam
    Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, 1991 - Mart, Sayı: 061, Sayfa: 022
    “Ezelden ebede kutsal şehir Kudüs.” , Lacivert Dergi , Nuh Arslantaş-Nurgül Çebi,
    “Ümmetin emini, güzel yüzlü Ubeyde b. Cerrah” , Baran Dergisi, M.Taha İnci
    Altun, İsmail, “Sahabe Gözünde Kudüs ve Mescid-i Aksâ”, ILTED, Erzurum 2017, sayı: 47, ss. 153-169

    Ayrıntılar

    Edmund Allenby

    (1861-1936)


    HAYATI VE ASKERİ VAZİFELERİ

    Britanyalı mareşal, I. Dünya Savaşı'nda Filistin ve Suriye'deki Britanya harekâtını yönetti. 9 Aralık 1917'de Kudüs'ü zapt ederek "Kudüs Fatihi" unvanını aldı. 19-21 Eylül 1918'de iki Osmanlı ordusunu yendiği Megiddo Muharebesi'nde (Nablus Savaşı) uyguladığı süratli piyade ve süvari taktikleri, II. Dünya Savaşı'nda Almanların geliştirdiği Yıldırım Savaşı (Blitzkrieg) yönteminin de öncüsü olarak kabul edilir.

    İngiltere Sandhurst'deki Kraliyet Askeri Okulu'nda eğitim gördü. 1882'de Inniskilling Dragoons adlı süvari birliğine katılarak Afrika’nın güneyinde Bechuanaland (1884-1885) ve Zululand'de (1888) savaştı. 1889-1902 arasında II. Boer Savaşı'na katıldı. I. Dünya Savaşı'nda bir süvari tümenini Fransa'ya götürdü ve orada 3. Ordu komutanlığına getirildi. (Ekim 1915). Nisan 1917'de Arras'daki savaşlarda büyük yararlılık gösterdi.

    29 Haziran 1917'de Mısır Seferi Kuvvetleri (Egyptian Expeditionary Force) komutanlığına atandı. Süvari ve hareketli birliklerin kalıplaşmış savaş taktiklerinde yaptığı değişiklikler şaşkınlık uyandırdı. 1917 yılı Ekim ayı sonunda başlattığı taarruzla Birüssebi ve Gazze'yi ele geçirdi. Allenby Gazze'deki karargâhından, Cemal Paşa yönetimindeki Osmanlı kuvvetlerine karşı genel taarruz başlattı. 9 Aralık'ta düşen Kudüs'e, 11 Aralık 1917 tarihinde kentin dini kimliğine saygı ifadesi olarak yaya girdi ve Filistin’de İngiliz manda yönetimini kurdu. 16 Eylül 1918'de yeniden saldırıya geçen Allenby, 19 Eylül 1918’de Megiddo'da Mareşal Liman von Sanders komutasında üç ordudan oluşan Osmanlı Yıldırım Ordular Grubu'nu Nablus’ta yenmişti. .Bir aylık süre içerisinde 1 Ekim'de Şam, 16 Ekim'de Humus ve 25 Ekim'de Halep İngilizlerin eline geçti. 8 Ekim'de ateşkes talep eden Türk tarafının isteği kabul edilerek, 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti açısından 1.Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Mütarekesi imzalandı.

    Ekim 1919 yılı Ekim ayında İngiltere’de Baron ile Kont arasında bir asalet unvanı olan vikont unvanını aldı. 1919-1925 arasında Mısır yüksek komiseri olarak görev yapan Allenby, siyasi karışıklık içindeki ülkeyi bu süre içerisinde yönetti. Mısır'ın 1922 yılında uluslararası camiada bağımsız bir devlet olarak tanınmasında etkili bir kişilik oldu.

    General Allenby Filistin’de

    Allenby, İsrail tarihi açısından da oldukça önemli bir figürdür. İsrail’in Akdeniz kıyısında bulunan ve ikinci büyük kenti olan Tel Aviv şehrinin ana caddesi Allenby Caddesi’dir. Bunun yanı sıra İsrail ile Ürdün arasında akan ve toplam 251 kilometre uzunluğuyla Ortadoğu’nun en uzun nehirlerinden biri olan Şeria Nehri’nin üzerindeki köprülerden birinin ismi de Allenby Köprüsü’dür. Şüphesiz Allenby’nin İsrail için bu derece önemli olmasının nedeni Kudüs ve Filistin’deki Osmanlı hakimiyetine son verip Yahudilerin bu topraklara kolaylıkla yerleşip İsrail’i kurabilmelerinin yolunu açan general olmasıdır.

    Allenby, Suriye-Filistin bölgesinde uyguladığı hücum taktikleriyle Halep’e kadar uzanan482 kilometrelik yolu bir günde ele geçirmiştir. Filistin tamamen İngilizlerin kontrolüne geçtikten sonra General Allenby, kuzeye doğru hareket edip Suriye’ye çekilen Türk birliklerini yenerek Halep ve Şam’ın da İngiliz kontrolüne girmesini ve Türk ordularının Anadolu sınırlarına sıkıştırılmasını sağlamıştır. Osmanlı tarihinin en ağır mağlubiyetlerinden biri olan 19 Eylül 1918 tarihli Megiddo (Nablus) yenilgisinin üç temel nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerden ilki, harbin yapıldığı arazinin gerek Kafkas gerekse de Çanakkale cephelerine nazaran İngiliz savaş stratejisine daha müsait olmasıdır. General Allenby ve ordusu, kolordu büyüklüğündeki kuvvetleri aldatma ve yığınak yapma amacıyla muharebe alanında geniş bir hareket alanına sahiptir.

    Savaşın kaybedilmesindeki bir başka neden, Osmanlı Genelkurmayı’nın Filistin’deki tehlikenin büyüklüğünü ve önemi tahlil edememesidir. Savaşı kaybettiren üçüncü neden ise İngilizlerin geniş bir sahaya yayılmış Türk birliklerine karşı belirlenecek herhangi bir taarruz merkezine ağırlık vermesi halinde bulundukları bölgeye hâkim konumdaki noktadan Türk siperlerini kolaylıkla yarabilmesiydi. İngilizlerin bu savaş becerisini geliştirmesinde en büyük pay General Allenby’ye aittir.Diğer yandan, Megiddo (Nablus) Muharebesi öncesinde, İngiliz resmi askeri tarih yazıcılığı Allenby’ye karşı savaşan Türk askerlerini şöyle tanımlamıştı: “…Türk askerleri, açlıklarına, üst başlarının perişan halde olmasına, bitlenmelerine, ıstırap içinde bulunmalarına, umutsuzluklarına ve sayıca azalmalarına rağmen cesaretlerini kaybetmemişlerdir. Dünyadaki hiçbir askerin bu şartlar altında ve bu kadar uzun süreli savaşlar içinde cesaretini yitirmeden dayanması olası değildir.”

    Megiddo (Nablus) Muharebesi’nin ardından Limon von Sanders yönetimindeki Osmanlı Yıldırım Orduları ağır kayıplar vererek kuzeye doğru çekilmek mecburiyetinde kalmış, bu bölge Türk Orduları tarafından terk edilmiştir.

    Megiddo (Nablus) Hezimetinin ardından Yıldırım Orduları Komutanı Alman Limon von Sanders istifa etmiş, yerine Mustafa Kemal Paşa geçmiştir. Ancak Megiddo (Nablus) Hezimeti esnasında Osmanlı ordusu ağır kayıplar verdiği için İngilizlerin takibine karşılık verememiş, Allenby komutasındaki İngilizler 1 Ekim 1918 tarihinde Şam’ı, 16 Ekim’de Humus kentini ve 25 Ekim’de Halep’i ele geçirmişlerdir. 8 Ekim’de ateşkes isteyen Türklerin talebi 30 Ekim 1918 tarihinde kabul edilmiş, böylelikle Türk birlikleri Anadolu’da hapsedilmiştir. İngiliz kuvvetleri 42 gün süren takiplerinde kuş uçuşu uzaklıkla 550 kilometre ilerlemişlerdir.

    30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında 13 Kasım 1918 tarihinde İngiliz, Fransız, Yunan, Japon ve Amerikan askerleri tarafından işgal edilmiştir. 1919 yılının Şubat ayında ise General Allenby, İngiliz işgal birliklerinin komuta kademesindeki kişi olarak beyaz bir at üzerinde İstanbul’a girmiştir. Allenby’nin bu hareketi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine gönderme niteliğindedir. Allenby, Mondros Mütarekesi’ndenüç ay kadar sonra İstanbul’a geldiğinde yetkili mercilerle temaslarda bulunmuş ve Anadolu’da baş gösteren ayaklanmalara karşı tedbir alınması için bir genel müfettişlik makamının oluşturulmasını bu mercilere iletmiştir.

    İSRAİL’DE ALLENBY SEVGİSİ

    Kudüs dahil Filistin topraklarını işgal eden General Allenby, 11 Aralık 1918 tarihinde Şam'a gelip "Kudüs Fatihi" Selahaddin–i Eyyübî'nin türbesine gidiyor ve ayağıyla mezarına basarak şunları söylüyor: "Kalk Selahaddin. Bak, biz yine geldik!" İşte, bu mağrur kumandan, aynı edâ ile İstanbul'un işgali sonrası İstanbul'a da gelip, bu kez Sultan Fatih'e nispet yaparcasına, at üzerinde şehri turlayarak, işgal rüzgârıyla "Hey Fatih! Bak, biz yine geldik" havasını estiriyor.


    İstanbul'dan Kahire'ye giden işgal kuvvetleri komutanı General Allenby, Osmanlı'dan kopan Müslüman ülke ve toplulukların tekrar geri dönmemesi, yani Türklerle bir daha ittifaka girmemesi için, bölgede yoğun şekilde çalıştı.Bölgede yaptığı ilk icraatlardan biri, Arap kökenli kabile reislerini Türklere ve Osmanlılara karşı İngiliz saflarına katmak oldu. Arapların bir kısmını etkili propagandalar ve vaatlerle Osmanlıya düşman etti.İkinci büyük icraatı ise, Filistin topraklarını tedricî şekilde Yahudilere açmak oldu. 1917'den itibaren işgal edilmeye başlanan Filistin toprakları, bu şekilde bir daha Filistinlilere iade edilmedi.


    Filistin’deki işgal, istila ve Yahudilere peşkeş faaliyetlerine 1.Dünya Savaşı esnasında başlandı ve kademeli şekilde demografik değişikliğe gidilerek, 2.Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde bu toprakların üzerinde bir Yahudi devletinin kurulmasını sağlamak için gerekli bütün tedbirler alındı ve 1948 yılında süreç tamamlandı.1948 yılında kurulan İsrail devletinin temel harcını atan General Allenby, bugün bile İsrail'de en çok sevilen İngilizlerdendir.Nitekim, İsrail'deki önemli bazı noktalara onun ismi verildi.Meselâ, Tel Aviv'deki bir ana caddenin ismi "Allenby Street’tir. Ayrıca, İsrail ile Ürdün arasındaki Şeria Nehri üzerinde geçiş noktasını teşkil eden köprünün ismi "Allenby Köprüsü” dür.


    KAYNAKÇA;

    Wikipedia

    "General Allenby'nin Hatıratı", Yrd. Doç. Faruk Yılmaz

    Ayrıntılar

    El-Eşref Seyfeddin Kayıtbay

    Memluk sultanlarından Çerkes kökenli Burci hanedanının on sekizinci hükümdarıdır. 1423 yılında Kafkasya’da doğdu. On üç yaşında Mısır’a getirildi ve Sultan Baybars tarafından satın alındı. 1468 ile 1496 yılları arasında Memluk sultanlığı yapmıştır.
    Fâtih Sultan Mehmed’in hac güzergâhındaki su yollarının bakımı ve yeni havuzlar inşa etme teklifinin el-Melikü’l-Eşref Seyfeddin İnal tarafından reddedilmesi yüzünden başlayan gerginlik, Karamanoğulları ve Dulkadıroğulları’na bey tayini ve bu devletleri nüfuzları altına alma mücadelesiyle giderek, dolaylı da olsa çatışmaya dönüşmüştü. Kayıtbay tahta çıktığında Osmanlılar’ın desteklediği Dulkadıroğulları Hükümdarı Şehsuvar Bey Memlükler’le savaş halindeydi. Bu sırada Memlükler de Osmanlılar’a karşı Karamanoğulları’nı destekliyordu. Osmanlılar’la ilişkileri düzeltmek isteyen Kayıtbay, Karamanoğulları’nı desteklemekten vazgeçti ve Fâtih’e bir elçi gönderip ondan Memlük kuvvetlerini yenilgiye uğratmış olan Şehsuvar Bey’e yardım etmemesini rica etti. Onun Karamanoğulları’na destek vermekten vazgeçmesinden memnun kalan ve Karaman seferine katılmadığı için de Şehsuvar Bey’e kızgın olan Fâtih bu teklifi kabul ederek askerî desteğini çekti. Devâdâr Yeşbek kumandasındaki Memlük kuvvetleri yalnız kalan Şehsuvar Bey’i önce Antep’te yendi ve onu Zamantı Kalesi’nde(Pınarbaşı/Kayseri) kuşattı. Bağlılık bildirip teslim olmak zorunda kalan Şehsuvar Bey Kahire’ye getirildi ve kendisine eman verilmiş olduğu halde idam edildi (h.877/m.1472).

    Kayıtbay’ın, II. Bayezid’e karşı taht mücadelesi veren Cem Sultan’ı ülkesine kabul ederek ona yardımcı olması iki devleti savaşın eşiğine getirdi.
    Kayıtbay çok geçmeden aynı zamanda II. Bayezid’in kayınpederi olan Dulkadırlı Beyi Alâüddevle Memlükler’in elindeki Malatya’yı kuşattı ancak II. Bayezıd, Kayıtbay’ın kendisine karşı gönderdiği kuvvetleri bozguna uğrattı (889/1484). Kayıtbay, bu durum karşısında bir elçilik heyetiyle Bayezid’e barış teklifinde bulundu. Ancak elçileri Osmanlı başşehrinden elleri boş döndü. Osmanlı kuvvetleri daha onlar ülkelerine ulaşmadan sınırı geçerek Memlük topraklarına girdi (h.890/m.1485). Biri Tarsus ve Adana’yı işgal eden, diğeri Malatya önlerine gelen iki Osmanlı ordusuyla Memlük orduları arasında başlayan savaşlar, hicri 895 (m.1490) yılına kadar sürdü. Bu savaşlar sırasında Adana ve Tarsus birkaç defa el değiştirdi. Hicri 8 Ramazan 893’te (16 Ağustos 1488) Adana civarındaki (Ağaçayırı) savaşı kazanan Memlükler şehri tekrar ellerine geçirdiler. Dulkadırlı Beyi Alâüddevle’nin Memlükler’e iltihakı onların işini kolaylaştırmış, Çukurova’da cereyan eden bu savaşlarda üstün gelen taraf genellikle Memlükler olmuştur.

    Kaynaklarda âdil, cesur, ileri görüşlü, ilme ve ilim adamlarına değer veren bir hükümdar olarak tanıtılan Kayıtbay pek çok imar hareketinde bulunmuştur.
    Ülkesindeki maddî sıkıntılara rağmen Mısır, Hicaz ve Suriye’de pek çok cami, medrese, tekke, köprü ve kale inşa ettirmiştir. Yangın geçiren Mescid-i Nebevî’yi yenilemiş, Mekke ve Medine’de Harem’e bakan birer medrese yaptırmıştır. Bu eserlerden bazıları günümüze ulaşmıştır. Bunlar arasında özellikle türbesinin de içinde bulunduğu Kahire kapısındaki camisi en tanınmış olanıdır. Bu külliye, sadece Memlük mimarisinin değil aynı zamanda İslâm mimarisinin en güzel örneklerinden sayılır (bk. KAYITBAY KÜLLİYESİ). Seyahati seven Kayıtbay Dicle ve Fırat boylarına kadar seyahatler yaptı. Bu arada hac görevini de ifa ederek Burcî Memlükleri döneminin bu görevi yerine getiren tek sultanı olma özelliğini kazandı. Kayıtbay, hayatı boyunca tek bir kadınla evli kalması ve tahttan indirilmiş sultanlara, yakınlarına ve isyan eden bazı emîrlere iyi davranmasıyla da tanınır. Filistin topraklarına, Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya birçok hizmetleri de olan Memlüklerde, Sultan Kayıtbay tarafından Mescid-i Aksa’nın içerisinde yaptırılan ve kendi adını taşıyan Kayıtbay Sebili halen Müslümanlara hizmet etmektedir.

    Ayrıntılar

    Enver Sedat

    (1918 –1981)


    Mısır Kralı Faruk'a karşı 23 Temmuz 1952'de yapılan darbeye katılarak siyaset alanında kendini tanıtan, 1960-1969 yılları arasında meclis başkanlığı yaptıktan sonra 5 Kasım 1970'te başkan Cemal Abdünnasır'ın ani ölümü üzerine Mısır cumhurbaşkanı olmuştur.

    HAYATI

    25 Aralık 1918 tarihinde Mısır'ın Manûfiye eyaletine bağlı Mit Ebul Kûm köyünde, fakir bir ailede dünyaya gelen Sedat’ın 12 kardeşi vardı. Enver Sedat, 1938 yılında başkent Kahire'deki Kraliyet Askeri Akademisi'nden mezun oldu ve Sinyal Kolordusuna atandı. Orada, Cemal Abdünnasır ile bir araya geldi ve diğer birkaç genç subayla birlikte, Mısır ve Sudan'ı İngiliz egemenliğinden ve kraliyetin yozlaşmasından kurtarmak için gizli Hür Subaylar örgütünü kurdular. Müslüman Kardeşler, Faşist Genç Mısır, saray yanlısı Mısır Demir Muhafızları ve Hür Subaylar adlı gizli askeri grup da dahil olmak üzere birçok siyasi harekette aktif olarak yer aldı.

    Mensubu olduğu Hür Subaylar ile birlikte 23 Temmuz 1952 tarihinde Kral Faruk'u deviren askeri darbeye katıldı. Radyo ağları üzerinden Mısır halkına devrimi haberi vermekle görevlendirildi.

    CUMHURBAŞKANLIĞI VE İSRAİL SEMPATİZANLIĞI

    Darbeden sonra, kısa süren Muhammed Necib'in cumhurbaşkanlığının ardından başa geçen Cemal Abdünnasır'ın yardımcısı oldu. Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır 1970 yılında ölünce Mısır Cumhurbaşkanı oldu.

    1973 yılında İsrail ile yapılan Yom Kippur Savaşı'ndan sonra 1975 yılında Sovyetler Birliği ile ilişkileri keserek ABD ve batı yanlısı bir politika izlemeye başladı. Kudüs'ü ziyaret ettiği19 Kasım 1977 tarihinden itibaren İsrail'le iyi ilişkiler geliştirdi. 17 Eylül 1978 tarihinde ABD'nin ara buluculuğunda İsrail'le masaya oturarak, Camp David Sözleşmesini imzaladı. Bu anlaşmayla Mısır ilk Arap devleti olarak İsrail'i tanıdı. İsrail de 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı'nda ele geçirdiği Sina Yarımadası’nı Mısır'a geri verdi. Barış çabalarının sonucu olarak dönemin İsrail Başbakanı MenahemBegin ile birlikte 1978 yılı Nobel Barış Ödülünü aldı.


    (Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret sırasında İsrail parlamentosu Knesset’te konuşma yapıyor.)

    20 Kasım 1977 tarihinde milyonlarca Arap; çoğu gözlerine inanamayarak televizyonları karşısında Orta Doğu’nun en büyük askeri gücü, Arap dünyasının en güçlü ülkesi Mısır Cumhurbaşkanı’nın Kudüs’e gidip İsrail parlamentosu Knesset’te Mısır'ın İsrail'e barış teklifi yapmasını büyük bir şaşkınlık içerisinde izliyordu. 55 dakika süren konuşmada bir an olsun alkışı bırakmayan İsrail Parlamentosu milletvekilleri de tıpkı Suriye, Ürdün, Sudan, Filistin ve diğer Arap ülkelerindeki herkes gibi oldukça şaşkındı.

    Konuşmayı izleyen milyonlarca Arabın ise tepkileri ve öfkeleri aynıydı ve tüm evlerden tek bir haykırış duyuluyordu: “HAİN SEDAT”

    SUİKASTE UĞRAMASI

    1981 yılında, Mısır'ın bağımsızlığının kutlandığı tören sırasında İsrail ile yakınlaşma politikasından rahatsız olan bir grup asker tarafından silahlı saldırıya uğrayarak öldürüldü. Bu saldırı sırasında Enver Sedat'a 72 kurşun isabet etmiştir. Sedat'ı öldüren Yüzbaşı Halid el-İslâmbûlî, 1982 yılında idam edilmiştir. Enver Sedat'ın mezarı Kahire'de, öldürüldüğü tören alanının hemen karşısındaki Meçhul Asker anıtının altındadır.

    KAYNAKÇA;

    Wikipedia

    Gzt/mecra

    Ayrıntılar

    Godefroy de Bouillon


    (1060 - 1100)


    GENÇLİĞİ

    Godfrey de Bouillon, 1060'ta Boulougne Kontu II. Euctace'in ikinci oğlu olarak doğdu. Annesi İda Lorraineli, Aşağı Lorraine Dükü III Godfrey ve karısı Doda'nın kızı idi. Tarihi kaynaklara göre Bouillon’un doğum yeri net olmamakla birlikte Belçika'nın Bassy kasabası veya Fransa'nın Boulogne-sur-Mer bölgesi olarak geçmektedir.

    BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ VE KUDÜS’ÜN İŞGALİ

    Godfrey de Bouillon,1096'da başlayan Birinci Haçlı Seferi sırasında Baronların Seferi adı verilen etabında Fransa'dan Kudüs'e giden Haçlı ordusu içinde önemli bir rol oynamıştır.

    Birinci Haçlı seferine katılan Avrupalı asillerin en yüksek unvanlılarından biri Godfrey de Bouillon oldu. Godfrey de Bouillon bu sefere kendi askerleri ile katılmak üzere sahibi olduğu arazilerin çoğunu sattı ve diğer bir kısmını Liège Piskoposu ve Verdun Piskoposu'nda aldığı borç için teminat olarak verdi. Sağlanan bu fonlarla Godfrey de Bouillon yaklaşık 1000 kadar şövalyeden oluşan bir ağır süvari birliğini Kudüs'e götürmeye karar verdi. Ağabeyi Eustace ve küçük kardeşi Baudouin de kendisine refakat etmekteydile.

    Avrupa'dan gelen Haçlılar dört değişik ordu grubu olarak ayrı olarak Avrupa'dan Konstantinopolis'e geçmeye başladı. Godfrey de Bouillon kardeşleri ile birlikte çoğunluğu Franklardan oluşan (bazı kaynaklara göre 40.000 askeri aşkın) bir şövalye ordusu başında Ağustos 1096'da Fransa’nın Aşağı Lorraine bölgesinden sefere başladılar. Almanya ve Macaristan'dan geçerek kuzey Balkanlar Bizans sınırına eriştiler. Diğer Haçlı orduları birkaç ay içinde Konstantinopolis'e ulaştılar. Kısa süre içerisindeBizans İmparatorluğu’nun başkentinin yanında 25.000-50.000 kişilik piyade ordusu ve 4.000-8.000 kişilik ağır süvari şövalye ordusu kamp kurdular. Godfrey de Bouillon ve diğer Haçlı orduları ise Anadolu'dan hızlıca geçerek Filistin'e inip Kudüs'ü ellerine geçirmeyi istemekteydiler.

    Ocak 1099'da Haçlı ordusu Kudüs üzerine yürümek için Antakya'dan ayrıldı. Haçlılar,uzun ve yıpratıcı bu seferden ve bu sefer güzergâhı üzerindeki Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri pek çok yağma ve katliamdan sonra 7 Temmuz 1099'da Kudüs kale duvarları önüne vardılar.

    Haçlıların 7 Temmuz 1099 başlattıkları Kudüs Kuşatması 15 Temmuz 1099'e kadar sürdü. Kuşatma çok çetin sürdü ve Kudüs etraflıca sarıldı. Fatımiler komutanı İftikar el-Devle fazla direniş yapamayacağını anlamıştı. Raymond de Saint-Gilles, İftikar El-Devle'ye bir haberci göndererek teslim olursa kendisi ve ordusunun Kudüs'ten ayrılmasına izin verileceğini bildirdi. İftikar el-Devle bu teklifleri kabul edip teslim olup şehir kapılarını Haçlılara açtı. Kudüs 15 Temmuz 1099 sabahı Haçlılar eline geçti. Raymond bu sözünü tuttu ve İftikar El-Devle ve ordusu 15 Temmuz 1099 akşamı Kudüs'ten ayrılarak Eskalon kalesine gittiler.

    Haçlı ordusu üç yıl süren sefer sonunda hayallerine ve isteklerine ulaşıp, Kudüs'ü ve Hristiyanların en kutsal saydıkları Kutsal Kabir'i ele geçirmişlerdi. 15 Temmuz 1099 günü öğleden sonra, akşam üstü ve ertesi sabah Haçlı ordusu mensupları Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları ve Yahudileri öldürmeye başlayıp dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Haçlı ordusu Kudüs'te iki gün içinde şehirdeki 70 binden fazla olmak üzere tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Birçok Müslüman Kudüslü Mescid-i Aksa Camisine, Haremi Şerif, Süleyman Tapınak Tepesine, Yahudiler ise Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) kenarında bulunan kendi sinagoglarına sığınmışlardı. Haremi Şerif, Süleyman Tapınak Tepesi üstünde kendi tapınaklarına sığınanların hepsi (Müslüman ve Yahudiler) öldürüldü.

    ÖLÜMÜ

    Godfrey de Bouillion 18 Temmuz 1100'da Şam Emiri Dukak'in güçlerine karşı Askelon kalesinin kuşatılmasından sonra Kudüs'e dönmekte iken yolda ağır şekilde hasta olmuş ve Kudüs'e vardıktan kısa süre sonra da ölmüştür.

    KAYNAKÇA;

    WİKİPEDİA

    Ayrıntılar

    Guy de Lusignan

    (1150 – 1194)

    HAYATI

    Guy de Lusignan, Fransız Poitevin şövalyesi, Lusignan Sir Hugh VIII oğlu olarak 1150’de doğdu. 1186'dan 1192'ye kadar Kudüs Kralı,ve 1192'den 1194'e kadar da Kıbrıs Kralıydı.Guy, Temmuz 1187 yılı temmuz ayında Sultan Selahaddin ile yaptığı Hıttin savaşını kaybetti ve esir düştü. Krallığı da Hıttin savaşından üç ay sonra yıkıldı. Şam'da bir yıl hapis tutulan Guy de Lusignan, , daha sonra Sultan Selahaddin tarafından politik amaçlarla serbest bırakıldı.

    HITTİN VE KUDÜS’ÜN DÜŞÜŞÜ

    Suriye ve Filistin topraklarını alan Sultan Selahaddin 1187 yılında Kudüse doğru ilerlemeye devam etti. 1187'de Guy, Sultan Selahaddin’in Tiberias kuşatmasını hafifletmeye çalıştı. 4 Temmuz 1187’de Kudüs Krallığı ordusu Hıttin Savaşı'nda Sultan Selahaddin komutasındaki Eyyubi ordusu tarafından tamamen yok edildi. Guy, kardeşi Geoffrey, Raynald ve Humphrey ile birlikte savaştan sonra Sultan Selahaddin tarafından bağışlanan çok az esirden biriydi.

    Yorgun esirler, Selahaddin çadırına getirildi, burada Guy'a Selahaddin cömertliğinin bir işareti olarak bir bardak su verildi, çünkü bir mahkuma yiyecek ya da içecek sunmak hayatının güvenli olduğuna dair bir işaretti. Guysu bardağını diğer esir Raynald'a teklif ettiğinde, Selahaddin onu azarladı ve merhametinin Raynald için olmadığını söyledi. Selahaddin daha sonra Raynald'ı verdiği sözü bozmakl asuçladı ve Raynald "kralların her zaman böyle davrandığını" söyledi. Selahaddin, Raynald'ı başını keserek idam etti. Guy getirildiğinde, Raynald'ın cesedini görünce dizlerinin üzerine düştü. Selahaddin, "bir kral, bir kralı öldürmez" dedi. Sultan Selahaddin tarafından serbest bırakıldı.

    Böylece haçlıların kurduğu yaklaşık yüz yıllık Kudüs Krallığı, Selahaddin Eyyübi tarafından yıkılmış ve Kudüs tekrar Müslümanların yönetimine geçmiştir.

    KAYNAKÇA;

    WİKİPEDİA

    Ayrıntılar

    Hacı Emin El Hüseyni

    Emin el Hüseyni (1895-1974)
    (Kudüs başmüftüsü,Filistin halkı lideri)
    Hacı Emin, 1895 yılında Kudüs’te doğdu ve ilk eğitimini Kudüs Müftüsü olan babası Tahir el-Hüseynî’den aldı. Orta ve lise eğitimini de Küdüs’te tamamladı. Daha sonra eğitimine Mısır’da Ezher Üniversitesi’nde devam etti (1912) ve bu sırada dönemin önemli düşünürlerinden Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’dan felsefe, tefsir ve İslamî hareketler üzerine dersler aldı.
    1913’te annesiyle birlikte ifa ettiği hac vazifesi ona isminin ayrılmaz bir parçası haline gelen “Hacı” lakabını kazandırdı. 1. Dünya Savaşı başlayınca Osmanlı ordusuna katılmaya karar veren Hacı Emin 1914’te İstanbul’da Mekteb-i Harbiye’ye girdi ve buradan kurmay subay olarak mezun oldu. Önce Osmanlı ordusunda göreve başlayan Muhammed Emîn, I. Dünya Savaşı yıllarını İzmir’de geçirdi. Hem Türkiye yılları hem de çok taraflı eğitim almasıyle çok iyi derecede Türkçe bilen Emin el Hüseyni İngilizce, Fransızca ve Almanca da konuşabiliyordu.

    Emin el Hüseyni savaş sonunda Kudüs’e geri döndü ve Filistin bölgesine gelen İngilizler’in genel valisinin yardımcılığına getirildi (1917). Ancak göreve başladıktan üç ay sonra İngiltere’nin bölgedeki siyasetini protesto ederek istifa etti. Bu sırada halk arasında hem ingilizlere hem de yahudi yerleşimcilere karşı yeni yeni başlayan isyan hareketlerine katıldı ve 1918-1919 ayaklanmalarında büyük rol oynadı.

    Yahudi ve İngilizler’e karşı mücadele etmekle görevli Fidâiyyûn adlı küçük grupları organize etmeye başladı.
    Filistin’de ilk siyasî teşkilât olarak kurulan en-Nâdi’l-Arabî başkanlığına seçildi. 17 Haziran 1919’da Halîlürrahman’a gelen King Kreyn Amerikan araştırma heyetini protesto mahiyetinde bağımsızlık gösterileri yapıldı. Bu faaliyetlere önderlik ettiği ve Balfour deklerasyonuna karşı çıktığı gerekçesiyle İngilizler tarafından tutuklandı. 1920 yılı Nisan ayında Kudüs ayaklanmaları gerekçe gösterilip suçlanması nedeniyle Şam’a kaçtı ve Filistin topraklarını müdafa faaliyetlerini Şam’da sürdürdü. Daha sonra İngiliz Yüksek Komiserliği’nin af çıkarması üzerine de Kudüs’e geri döndü.
    21 Mart 1921’de, Kudüs müftüsü olan ağabeyi Kâmil el-Hüseynî’nin vefatı ile boşalan başmüftülüğe getirildi. 1922’de el-Meclisü’l-İslâmî el-a‘lâ başkanlığına seçildi ve Filistin’de bağımsız bir kuruluş halinde çalışarak bölgedeki vakıf arazilerine sahip çıktı. Bu dönemde bölgede yetimhâneler, spor merkezleri, hayır kurumları ve şer‘î mahkemeler kurdu. 1928 ve 1929 yıllarında yahudilere karşı müslüman halkın ayaklanmasında oynadığı rol onu tartışmasız Filistinliler’in lideri yaptı.

    Bu arada toplanan Filistin İslâm Kongresi zamanla milletlerarası siyaset alanında ağırlığı hissedilen bir teşkilât oldu.

    Filistin davasına umumi bir hüviyet kazandırmak amacıyla Kudüs’te toplanan Dünya İslâm Kongresi’nde (7-12 Aralık 1931) Filistin’in bağımsızlığı istendi ve başkanlığa Emîn el-Hüseynî getirildi. Daha sonra benzer toplantılar Mekke, Karaçi, Bağdat, Amman ve Mogadişu’da tekrar edildi.
    1933 yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ adıyla bir İslâm üniversitesi kurma çalışmaları başlatıldı; bu amaçla birçok Arap ve İslâm ülkelerinin başkentleri ziyaret edilerek bağışlar toplandı. Bu sırada yahudiler büyük paralar karşılığında Kudüs ve civarında araziler satın alıyorlardı. Müftü Emîn el-Hüseynî, bu arazi komisyoncuları ile mücadele edebilmek için “emir bi’l-ma‘rûf” cemiyetleri kurdu. Yahudilere toprak satanlara karşı amansız bir mücadele başlatıldı; toprak satan Filistinlilerin dinen günahkâr sayılacağına dair fetvalar verdi. Toplanan paralarla araziler alındı ve tekrar yahudilere satılmaması için vakıflara bağlandı. Emîn el-Hüseynî, 1935’te kuzeni Cemal’in başkanlığında bir Filistin Arap partisinin kurulmasına yardım etti.

    Abdülkādir el-Hüseynî başkanlığında kurulan “mukaddes cihad askerî birliği” İngilizler’e karşı 1936’da yapılan protesto hareketini organize etti. Protesto hareketinden sonra Kudüs’te Filistin’deki bütün siyasî grupların katıldığı bir toplantıda, yahudi amaçlarının gerçekleşmesini sağlayan Balfour planının kaldırılmasını, Arap ve yahudilerden meydana gelen bir Filistin hükümetinin oluşturulmasını isteyen el-Lecnetü’l-Arabiyyetü’l-ulyâ li-Filistin de 1936’da kuruldu. Konsey başkanlığına getirilen Emîn el-Hüseynî, İngiltere’den gelen Lord Peel başkanlığındaki heyetin 7 Temmuz 1937’de kararlaştırdığı Filistin’i taksim planını reddetti. Emîn el-Hüseynî, 29 Temmuz 1937’de el-Meclisü’l-İslâmî el-a‘lâ başkanlığından alındı. Hemen arkasından tutuklanmak istenince Lübnan’a kaçtı. Lübnan’dan Irak’a, oradan da İran’a geçti.

    Çeşitli dilleri akıcı kullanabilmesi ve ikili ilişkilerinin de kuvvetli olmasının etkisiyle Emin el Hüseyni 1937-1941 yılları arasında Irak, Türkiye, Bulgaristan, İtalya ve Almanya gibi ülkeleri dolaşarak Filistin Arap heyeti adına destek toplama çalışmalarını sürdürdü.
    1941’de, II. Dünya Savaşını kazanacaklarına inandığı Almanya’dan Arap davasına destek sağlamak için Berlin’e gitti ve şansölye Adolf Hitler ile görüştü. Hatta, bu görüşme sebebiyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu Ekim 2015’te düzenlenen 37. Dünya Siyonist Kongresi’nde yaptığı konuşmada 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımından Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî’nin sorumlu olduğunu, çünkü Hitler’e Yahudileri topluca yok etme fikrini Kudüs Müftüsü El Hüseyni’nin verdiği iftirasını dahi atmıştır.

    Emîn el-Hüseynî, Almanya’da kaldığı sürede yayımladığı bildirilerle Araplar’ı yahudi ve İngilizler’e karşı ayaklanmaya çağırdı. El Hüseyni, Almanya’da kaldığı sürece bir müslüman olarak nasyonal sosyalizme en ufak bir sempati duymamış, Naziler’in işgal ettiği ülkelerden Filistin’e yahudi göçünü engellemeye çalışmıştır. Almanlar da İngiliz idaresi altındaki müslüman cemaatleri etkilemek ve onları İngilizler’e karşı kışkırtarak Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için siyaseten Emîn el-Hüseynî’yi desteklemişlerdir. Almanya’nın II. Dünya Savaşın’da yenilgiyi kabul edip teslim olmasına yakın Fransa’ya kaçmıştır.

    Ancak Fransızlar tarafından tutuklanarak Paris’te bir yıl boyunca göz hapsinde kaldı. Bu sırada İngiltere, Yugoslavya ve Amerika, Emîn el-Hüseynî’nin savaş suçlusu olarak yargılanması için teslim edilmesini istedilerse de Fransa onu vermeyi reddetti. Emîn el-Hüseynî sonunda Mısır’a kaçmayı başardı (1946).

    11 Haziran 1946’da Kahire’de Arap Birliği’nin kararıyla kurulan el-Hey’etü’l-Arabiyyetü’l-ulyâ li-Filistin’e başkanlık eden Emîn el-Hüseynî kısa zamanda Kudüs, Şam, Beyrut, Bağdat ve Karaçi’de bu teşkilâta bağlı bürolar açtı. Ayrıca yine aynı teşkilâta bağlı olarak Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’da temsilcilikler kuruldu. Birleşmiş Milletler teşkilâtının 29 Kasım 1947 tarihinde benimsediği Filistin taksim planı engellenmeye başlandı. Emîn el-Hüseynî, bütün bu teşkilâtların masraflarını karşılamak üzere Beytülmâl el-Arabî adıyla bilinen bağımsız bir fon oluşturdu.

    1948’de Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra 1 Aralık 1948 tarihinde Gazze’de toplanan I. Filistin Halk Meclisi’ne başkanlık eden Emîn el-Hüseynî, işgal altındaki toprakların kurtarılması ve yahudilere karşı mücadelenin yürütülmesi amacıyla Genel Filistin hükümetinin kurulduğunu ilân etti.
    Merkezi Kahire’de bulunan bu hükümetin faaliyetleri kısa bir süre sonra Mısır hükümeti tarafından engellendi. Emîn el-Hüseynî, 1951’de 45 İslâm ülkesinin katılmasıyla Karaçi’de toplanan Dünya İslâm Kongresi’ne başkan seçildi, 1955 yılında Endonezya’da toplanan Bandung Konferansı’na başkanlık ettiği bir heyetle Filistin adına katıldı. Kahire’den sonra faaliyet merkezini 1959’da Beyrut’a taşıyan Emîn el-Hüseynî siyasî çalışmalarını burada sürdürdü. 1962 yılı Mayısında 37 İslâm ülkesinin iştirakiyle Bağdat’ta toplanan Dünya İslâm Kongresi’ne başkanlık etti. Yine aynı yıl Mekke’de kurulan Râbıtatü’l-âlemi’l-İslâmî teşkilâtına kurucu üye olarak katıldı. 1967 yılında 30 yıllık aradan sonra Kudüs’e döndü. İsrail ile doğrudan görüşmelerin uygun olmayacağını, bu toprakların Filistin’e ait olduğunu ve geri alınması için gerekirse harp edilmesi fikrini hayatı boyunca taşıdı. Hacı Emin 4 Temmuz 1974 tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta vefat etti.

    Hacı Emin el Hüseyni’nin II. Dünya Savaşı dönemindeki Almanya ile müttefikmiş gibi görünen tutumu eleştirilse de, el Hüseyni’nin burada izlediği politikanın, lideri olduğu Filistin halkının sorunlarının çözülmesi amacı taşıdığı, İngiliz ve yahudi işgali daha da yaygınlaşmaması, Filistin topraklarının daha da kaybedilmemesine dönük adımlar olduğu şeklinde değerlendirilmelidir.

    KAYNAKÇA

    https://islamansiklopedisi.org.tr/emin-el-huseyni

    https://www.dunyabizim.com/portre/10-soruda-kudus-muftusu-haci-emin-el-huseyn-kimdir-h31592.html

    Ayrıntılar

    Hadrianus

    (24–138)

    HAYATI

    Tam adı Publius Aelius Traianus Hadrianus olan ve 117–138 yılları arasında yaşamış, Stoacı-Epikürik, Aelia Klan'ı üyesi, Roma İmparatoru’dur. Hadrianus Roma İmparatorluğu'nu 96-180 arasında birbiri ardınca yönetmiş olan. "Beş İyi İmparator'un üçüncüsüdür." (Nerva, Trajan, Hadrianus, AntoninusPius ve MarcusAurelius )

    Hadrianus, Picenum (İtalya) kökenli ve sonradan İspanya Baetica'daki (orijinalinde İspanya Ulterior) Italica'ya yerleşmiş eski bir ailenin üyesi olarak Roma'da doğdu. Selefi Trajan'nın halasının torunu olarak onunla aile bağı vardı. Trajan, resmi olarak onu hiçbir zaman halefi olarak belirlemedi ama karısı Plotina'ya göre, Trajan ölmeden hemen önce Hadrianus'u acilen İmparator olarak adlandırdı. Her halukârda, Trajan'nın karısı Hadrianus'u destekliyordu ve belki de Hadrianus imparatorluğunu bu kadına borçludur. Hadrianus onun ricasıyla 100 yılında Vibia Sabina ile evlenmiştir. Hadrianus 138 yılında 62 yaşında öldü. Ancak hayatının büyük bölümünü seyahatlerle geçiren bu adamın yolculuğu henüz bitmemişti. Önce, Baiae yakınlarındaki Puteoli'de eskiden Cicero'ya ait olan mülke defnedildi. Kısa bir süre sonra cenazesi neredeyse bitmiş olan mozolesinin bulunduğu yere yakın "Domitia Bahçeleri"'ne taşındı. Hadrian'ın Mezarı'nın Roma'da tamamlanması üzerine 139'da cenazesi halefi AntoninusPius tarafından yakıldı ve küllerimezara konuldu. Halefi Antoninus aynı zamanda Hadrinaus’u 139 yılında tanrılaştırdı ve Campus Martius'dan onun anısına bir tapınak verdi.

    HADRİANUS VE ORDU

    Askeri yönetici olarak kendi büyük kişiliğine rağmen, Hadrianus'un yönetimi büyük askeri çatışmaların eksikliği ile dikkat çeker. Askeri açıdan savunulamaz olduğu gerekçesiyle Trajan'ın Mezopotamya'daki fetihlerinden feragât etti. 121 yılında neredeyse Perslerle bir savaşa giriyordu ancak tehdit, barışla sonuçlanan müzakereyle önlendi. Hadrianus'un Yahudiye'deki Yahudi karşıtı tavırları Bar Kokhba ve Rabbi Akiva önderliğinde büyük bir Yahudi ayaklanmasına yol açtı (132–135). Hadrianus'un ordusu sonunda isyanı bastırdı ve Yahudilere karşı Babylon Talmududuna istinaden dinsel baskı devam etti.

    (Hadrianus döneminde imparatorluk sınırları)

    Barış politikası, imparatorluk sınırları boyunca kalıcı tahkimatların yapılmasıyla güçlendirildi. Bunların en ünlü olanı İngiltere'deki büyük Hadrian Duvarı'dır. Tuna ve Ren sınırları düzenli aralıklarla genellikle ahşap tahkimatlar, hisarlar, ileri karakollar ve özellikle iletişimi geliştirmek ve yerel bölgelerin güvenliğini sağlamak için gözetleme kuleleri inşa edilerek tahkim edildi. Moralleri korumak ve orduyu artan sabırsızlıktan korumak için Hadrianus, yoğun rutin talimler oluşturdu ve orduları kişisel olarak denetledi. Sikkelerinde, askeri imajı sivil imajından daha sık göründüğü halde, Hadrianus'un politikası kuvvet kaynaklı ve de antlaşmalardan oluşan bir barıştı.

    BAR KOHBA İSYANI (132-136)

    Bar Kohba İsyanı 132-136 yılları arasında Yahudi topraklarında Roma İmparatorluğu'na karşı yapılmış üçüncü büyük ayaklanması ve Yahudi-Roma savaşlarının sonuncusudur. Bu ayaklanma ayrıca İkinci Yahudi-Roma savaşı, İkinci Yahudi ayaklanması, 115-117 yılları arasında gerçekleşen Kitos Savaşı dikkate alındığında Üçüncü Yahudi-Roma savaşı veya Üçüncü Yahudi ayaklanması olarak da bilinir.

    Dönemin Yahudilerince "mesihvari özellikleri bulunan" Şimon Bar Kohba bu ayaklanmanın lideriydi. Ayaklanma sonucunda Yahudiye'nin bazı bölümlerinde iki yıl süreyle bağımsız bir ülke kurulması başarılmasına rağmen en nihayetinde Roma 12 birlikli ana ve yedek ordularıyla bu devleti yıktı. Roma, Yahudilerin (9 Av bayramı hariç) Kudüs'e girmesini yasakladı.

    İsa'yı mesih olarak kabul eden Yahudiler (İlk Hıristiyanlar) Bar Kohba ayaklanmasını desteklemedi; buna rağmen bu Yahudilerin de Kudüs'e girişi yasaklandı. Savaşın sonunda Hristiyanlıkla Yahudilik arasında belirgin farklılıklar oluşmaya başladı.

    Öncesi

    70'te gerçekleşen Büyük İsyan'ın ardından, Roma İmparatorluğu bölgeyi kontrol altında tutan şövalyelerini geri çekip onun yerine bölgeye X Fretensis olarak bilinen ordu birliklerini yerleştirdi.

    130'da İmparator Hadrianus, Kudüs'ü ziyaret ettikten sonra Yahudilere sıcak davranıp şehri tekrar kurma sözü verdi. Önceleri bu duruma sevinen bölgedeki Yahudiler, İmparatorun kutsal tapınağın olduğu yere Jüpiter tapınağını inşa etmek istediğini öğrenince ihanete uğradıklarını hissettiler.

    Bölgeye VI Ferrata birliği ilave edildi. 131'de bölgenin valisi Tineius Rufus, Kudüs'ün bulunduğu yere Aelia Capitolina isimli şehri kurma projesine başladı. "Tapınağı sabanlamak" günah olduğundan Yahudiler Roma'ya sırt çevirdi. Helenistik felsefeye göre vücudu bozmak yanlış olduğundan Romalılar sünneti yasaklayınca Yahudilerle Roma İmparatorluğu arasındaki gerginlik daha da arttı.

    Ayaklanma

    Bar Kohba yerine İsa'yı kendilerine Mesih seçen Yahudilerin bu dönemde (dini açıdan) Yahudilerden kopup Hıristiyanlığı başlattıkları düşünülür.

    Yahudi liderler Birinci Yahudi-Roma savaşında yapılan hataları tekrarlamamak için bu ayaklanmayı özenle tasarladı. 132'de Bar Kohba önderliğinde Modi'in'de başlayan ayaklanma tüm yurtta yayıldı ve Kudüs'teki Roma garnizonu püskürtüldü.

    İki buçuk yıl bağımsız bir devlet olmayı başaran bu devletin hükümdarlığını Şimon Bar Kohba yaptı ve devlet başkanı unvanına sahip oldu. "İsrail'in kurtuluş çağı" ilan edildi, belgeler imzalanıp yüklü miktarda gümüş ve bakır paralar basıldı.

    Bu dönemde Sanhedrin'in başkanlığını Rabbi Akiva yapıyordu ve Tanrı'ya kurban adakları tekrar başladı.

    Roma Tepkisi

    Bu ayaklanma Roma'yı hazırlıksız yakaladı. Hadrianus, Roma Britanya’sındanGeneral Sextus Julius Severus ve ordularını çağırttı. Bu ordu, 60 yıl öncesinde ayaklanmaları bastıran Titus'un ordusundan çok daha büyüktü. Roma büyük kayıplar verdi ve XXII Deiotariana birliği dağıtıldı.

    Üç senelik bir mücadelenin ardından Kudüs'ü Roma'ya kaybeden Bar Kohba, Betar kalesine çekildi ve kısa bir zaman sonra bu kale de kuşatma altına alındı. Kudüs Talmud'unda anlatıldığına göre can kaybı yüklü miktardaydı: "kanlar atlarının burunlarına yükselene kadar öldürmeye devam ettiler". Ayrıca Talmud'da, Roma'nın Yahudilerin ölülerini Betar'a gömme yasağının 17 sene sürdüğünü anlatır.

    Sonuç

    Cassius Dio'ya göre 580.000 Yahudi öldürülüp 50 kale ve 985 köy yerle bir edildi. Talmud ise ölüleri milyonlarla açıklar. Talmud'da adı geçen rakamlar zamanında o kadar Yahudi olmadığı için gerçekçi değildir. Cassius Dio ayrıca birçok Romalı askerden haber alınamadığını belirtip Hadrianus'un senato açılışında her zaman söylediği "Siz ve çocuklarınız sağlıklıysa, ben ve ordumuz da sağlıklıdır" cümlesini sarfetmediğinden bahseder.

    Yahudileri ayaklanmaların kaynağı olarak gören Hadrianus, Yahudiliği kökten silmeye çalıştı. Tora kanunlarını ve İbrani takvimini yasakladı ve dini liderleri öldürttü. Yahudilerin kutsal yazıtlarını Tapınak Dağı'nda törenlerle yaktı. Tapınağın olduğu yere biri kendisi ve biri Jüpiter olmak üzere iki heykel diktirdi. Yahudiliği hafızalardan silmek için bölgenin adını haritadan sildi. Bölgenin adını Yahudiye'den, zamanında Yahudilerin azılı düşmanları olan Filistinlilerden esinlenerek Suriye Filistin’ikoydu ve Filistin adı bugüne kadar devam etti. Kudüs'ü pagan şehrine çevirip Yahudilerin girmesini yasakladı.

    Uzun Vadede Etkileri ve Tarihi Önemi

    I. Konstantin, savaşın yasını Ağlama Duvarı'nda tutmak için senede bir defaya mahsus olmak üzere (9 Av'da) Kudüs'ün kapılarını Yahudilere açtı. Yahudiler, yaklaşık 2000 yıl dağınık halde yaşarken, bölgedeki Yahudi nüfusu dönemden döneme farklılıklar gösterdi.

    Modern tarihçilere göre, Bar Kohba isyanı, Yahudi tarihini etkileyen önemli bir unsurdur; büyük kayıplar yüzünden bu yıldan başlayarak Yahudi diasporası başlamıştır. Aynı tarihçiler, Birinci Yahudi-Roma savaşına kıyasla bu ayaklanma sonrasında daha çok Yahudinin öldürüldüğünü, sürüldüğünü veya köle olarak satıldığını belirtilir. Bu olaylardan sonra Yahudiliğin dini merkezi bu bölgeden Babil'e kaydı. Celile'de 2-4. yy arasında Kudüs Talmudu derlendi ve Safed Yahudiliğin (özellikle 15. yüzyılda Kabbala konusunda) dini merkezlerinden biri oldu.

    Ayaklanmadan yenilgiyle çıkan Yahudilerin dini öğretilerinde değişiklikler görülmeye başlandı. Daha tutucu olmaya başlayan Yahudiler Mesihlik kavramını daha soyut ve ruhani algılamaya başladılar. Talmud çağlarında Bar Kohba için sahte Mesih deyip aşağılamalarına rağmen modern çağda Bar Kohba gelenekçilik ve milliyetçilikte önemli ikonlardan biri haline geldi.

    Kaynakça;

    Wikipedia

    Ayrıntılar

    Herakliyus

    DOĞUMU VE TAHTA GEÇİŞİ
    M.S. 575 yılında doğan Herakliyus, günümüzde Tunus’ta bulunan Kartaca Valisi Herakliyus’un oğludur. Dönemin Bizans İmparatoru Phokas’ın baskılarınakarşı ayaklanan babası, Mısır eyaletini de kendisine katınca Kuzey Afrika birliklerinden oluşan bir ordunun başında Herakliyus’u Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a gönderdi. 3 Ekim 610’da halk tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı ve 2 gün sonra da patriğin elinden imparatorluk tacını giydi.
    KUDÜS VE ŞAM’IN SASANİLERCE İŞGAL EDİLMESİ

    Herakliyus’un 610 yılında imparatorolduğu döneminde devlet ekonomik açıdan çöktüğü için ücretli asker toplamaya dayanan ordu sistemi de işlemiyordu. Herakliyus, ilk yıllarda Sâsânîler’in imparatorluk topraklarını istilâsını önleyemedi. 613’te Ermeniye ve Suriye’ye girerek Dımaşk’ı işgal eden Sâsânîler, ertesi yıl Kudüs’ü zaptederek burada günlerce katliam yaptılar ve Mukaddes Mezar Kilisesi’ni yakarak Îsâ’nın gerildiği kabul edilen kutsal haçı alıp Dicle Nehri’nin doğusunda, Bağdat’a 25 km uzaklıkta yer alan Sasanilerin başkenti Medâin’e (Ktesiphon) götürdüler
    İLK HAÇLI

    Herakliyus’un askeri alanda yaptığı düzenlemelerle birlikte kilise bütün maddî imkânlarını imparatorun hizmetine verdi. 5 Nisan 622’de yapılan büyük dinî törenden sonra İstanbul’dan ayrılan Herakliyus, önce Anadolu toprakları ile Ermeniye bölgesini Sâsânî işgalinden kurtardı. Savaşlar büyük bir dinî heyecan içinde yapıldı. Savaşa giden askerler, yürüyüş sırasında ordunun önünde Îsâ’nın tasvirini taşıyorlardı. Bu sebeple İmparator Herakliyus sonraki nesiller tarafından “ilk haçlı” olarak kabul edilmiştir.

    KUDÜS, SURİYE, MISIR VE FİLİSTİN’İN GERİ ALINMASI
    Hristiyan Kafkas kabileleri ve Hazar Türkleri ile ittifak kuran Herakliyus, 627 yılında Sasaniler’i Ninova’da yenilgiye uğrattı. Bu sırada, İran hükümdarı 2. Hüsrev tahtından indirilip öldürüldü, yerine geçen oğlu Şiruye Herakliyus ile barış anlaşması yaptı. Sâsânîler, 591 yılında Bizanslılar’la yapılmış olan sınır antlaşmasına uyarak Ermeniye, Roma Mezopotamyası, Suriye, Filistin ve Mısır’ı Bizans’a iade etmeyi kabul ettiler. Bu zaferden sonra İstanbul’a dönen Herakliyus patrik, din adamları, senato ve halk tarafından törenlerle karşılandı.
    Kur’an-ı Kerim’in bir mucizesi olarak, Mekke’de inen Rum Suresinde Allah Rumların yenildiğini, ancak kısa zaman içinde galip geleceklerine ilişkin bu hadiseyi şu şekilde bildirmiştir: “Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler. Önce olduğu gibi sonra da Allah’ın dediği olur. O gün müminler Allah’ın yardımı sebebiyle sevinecekler. O dilediğini muzaffer kılar. O çok güçlüdür, engin merhamet sahibidir.” (Rum Suresi 2-5)

    KUDÜS’Ü ZİYARET EDEN TEK BİZANS İMPARATORU

    Sâsânîler on yıllık işgalden sonra Bizans eyaletlerini boşaltırken onlara karşı kesin zaferler kazanan Herakliyus, geri alınan kutsal haçı Kudüs’e götürerek eski yerine yerleştirdi ve böylece Kudüs’ü ziyaret eden tek Bizans imparatoru oldu.

    PEYGAMBER (SAV) TARAFINDAN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ
    Mekkeliler’le imzalanan Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra dönemin ileri gelen devlet başkanlarını İslâm’a davet amacıyla mektuplar gönderen Hz. Peygamber (sav), Dihye b. Halîfe (ra) vasıtasıyla Herakliyus’a da bir mektup göndermiştir (628). Sâsânî Hükümdarı II. Hüsrev’e karşı üstünlük sağlamış olan Herakliyus’un bu sırada, daha önce geri aldığı kutsal haçı eski yerine dikmek ve Allah’a şükran ifadesi olarak dinî bir ziyaret yapmak için Kudüs’te bulunduğu kaydedilmektedir.

    Busrâ valisi aracılığıyla huzuruna çıkan Dihye b. Halîfe’yi (ra) kabul eden imparator, ayrıca Suriye bölgesine ticaret için gitmiş olan Ebû Süfyân ve arkadaşlarıyla da görüşerek Hz. Muhammed (sav) hakkında bilgi almıştır. Kaynaklarda Herakliyus’un Dihye’yi (ra), konuyla ilgili görüşünü almak üzere bir mektupla Rûmiye’deki yakın dostu patrik Dagatır’a gönderdiği, Dagatır’ın İslâmiyet’i kabul ettiği, imparatora yazdığı cevabî mektupta Hz. Muhammed’in (sav) beklenen peygamber olduğunu söylediği, kısa bir süre sonra da patriğin çevresindeki Bizanslılar tarafından öldürüldüğü kaydedilmektedir. Hz. Muhammed (sav) hakkında elde ettiği bilgilerin peygamberlik vasıflarına uygun olduğunu belirten Herakliyus, Dihye’ye (ra) güzel muamelede bulunup onu hediyelerle uğurlasa da Müslüman olmayı veya cizye vermeyi kabul etmemiştir.

    MUTE SAVAŞI
    629 yılında İslâm ordusu Herakliyus’un askerleriyle ilk defa Mûte’de karşı karşıya gelmiştir. Farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte savaşın asıl sebebi, Hz. Peygamber’in Busrâ valisini İslâm’a davet etmek üzere görevlendirdiği elçisi Hâris b. Umeyr el-Ezdî’nin (ra), Hristiyan Gassânî emîri Şürahbîl b. Amr tarafından öldürülmesidir. Müslümanların savaş hazırlıkları hakkında bilgi edinen kumandan Theodoros (Vikarios), Şürahbîl b. Amr kumandasında bölgedeki hristiyan Arap kabilelerinin de katıldığı, 100.000 veya 200.000 kişiden oluştuğu rivayet edilen Bizans ordusuyla birlikte, Hz. Peygamber tarafından gönderilen Zeyd b. Hârise (ra) kumandasındaki 3000 kişilik İslâm ordusunun karşısına çıktı.

    Zeyd b. Hârise (ra), Cafer b. Ebu Talip, Abdullah b. Revaha gibi önde gelen komutanların da şehit olduğu bu savaşta İslâm ordusu Hâlid b. Velîd’in (ra) taktikleriyle geri çekildi. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’ın bir mucizesi olarak, peygamberimiz orduyu gönderirken üç kumandan tayin etmiş, bunlardan biri şehid olduğu takdirde diğeri kumandayı ele alacaktı; hepsi şehid düşerse müslümanlar kendi aralarından birini kumandan seçeceklerdi ki söyledikleri aynen gerçekleşmişti.

    TEBÜK GAZVESİ
    630 yılında Herakliyus’un büyük bir ordu hazırladığı haberi üzerine Hz. Peygamber, kuraklık ve kıtlığın hüküm sürmesine rağmen 30.000 kişilik bir ordu hazırladı ve hedefin Bizans ordusu olduğunu da açıkça belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de (Tevbe:38-106) ve İslâm tarihi kaynaklarında İslâm toplumundaki savaş hazırlıklarıyla ilgili haberlerden, Sâsânîler’e karşı kesin bir üstünlük sağlayan Bizans’ın, müslümanlar tarafından ciddi bir güç olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in bizzat kumanda ettiği İslâm ordusu, Medine’nin 700 km. kuzeyinde Suriye yolu üzerindeki Tebük’te konaklamış, 15-20 gün burada kalındıktan sonra Bizans ordusuna rastlanmadığı için geri dönülmüştür.

    FİHL SAVAŞI

    Hz. Peygamber (sav)’in vefatından sonra Hz. Ebubekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) döneminde Suriye, Filistin ve Ürdün’e ordular gönderildi. Hz. Ömer döneminde İslâm akınları artarak devam etti. 635 yılında yapılan Fihl Savaşı’nda Bizans ordusu binlerce kayıp verdi. Busrâ’nın elden çıkması ve Bizans birliklerinin Mercüssuffer’de yenilgisinden sonra Dımaşk (Şam) müslümanlara teslim oldu. Aynı yıl Bizans ordusu Mercürrûm Savaşı’nda ağır kayıplar verdi. Ba‘lebek, Humus ve Hama birer birer müslümanların eline geçti.


    YERMÜK SAVAŞI VE SURİYE TOPRAKLARININ MÜSLÜMANLAR TARAFINDAN FETHEDİLMESİ

    Herakliyus, ardarda gelen bu yenilgilere son verip kesin bir netice almak ümidiyle Suriyeli hıristiyan Arapların ve Ermenilerin de katıldığı 50-100 bin kişilik bir ordu hazırladı. Ordu kumandanlığını Theodoros Trithurios’a (Sakellarios) verdi. Bizanslılar’ın yaptığı hazırlıklardan haberdar olan Hâlid b. Velîd, Humus ve Dımaşk (Şam) taki kuvvetlerini geri çekerek 25 binden fazla askerin olduğu ordusuyla Yermük vadisine geldi.

    636 yılı yaz sıcağında iki ordu üç ay herhangi bir savaş olmaksızın bekledi. Zafer ümitleriyle gelen Bizans ordusu 20 Ağustos 636 günü cereyan eden savaşta ağır bir yenilgiye uğradı. Başkumandan Theodoros öldürüldü. Yermük Savaşı ile Suriye Bizans’ın elinden çıkmış oldu.

    İSLAM ORDUSUYLA SAVAŞIRKEN CEPHE GERİSİNDE
    İran’a karşı yapılan savaşlarda ordularını bizzat idare etmiş olan Herakliyus, İslâm ordularıyla mücadeleyi önce Humus ve daha sonra Antakya’dan olmak üzere cephe gerisinden yönetmişti.
    KUDÜS’ÜN MÜSLÜMANLARA TESLİM EDİLMESİ

    Yermük Savaşı’ndan sonra Antakya’dan Urfa’ya ve Samsat’a giderek dağılan ordusunu toparlamaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve çaresizlik içinde İstanbul’a döndü. Bizans’a ait Antakya, Halep ve bölgenin diğer önemli şehirleri kısa zamanda müslümanlara teslim oldu. 638 yılındada Kudüs, Patrik Sofranyus tarafından Halife Ömer’e (ra) bizzat teslim edildi.

    ÖLÜMÜ

    Daha sonra güneyden gelen İslâm ordularıyla mücadele etmek zorunda kalan Herakliyus hızlanan İslâm fetihleri karşısında başarılı olamadı.

    Çaresizlik içinde İstanbul’a döndü. Uzunca bir süre Anadolu yakasında Hiereia’daki (Fenerbahçe) sarayında kaldı. Kapıldığı korku yüzünden denizi aşıp İstanbul Suriçi’ndeki asıl sarayına dageçmek istemiyordu. Nihayet kendisine karşı bir komplo hazırlandığını duyunca, rivayete göre denizi görmemesi için zemini toprakla kaplanmış ve iki tarafı ağaç dallarıyla örtülmüş gemilerden oluşan bir köprü vasıtasıyla atının üzerinde İstanbul’a geçebilmiş ve kısa bir süre sonra da 641 yılında ölmüştür.

    Kaynak: İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı

    Ayrıntılar

    Hz. Meryem a.s

    Hz. Süleyman (a.s.)’ın soyundan gelen İmran, İsrailoğullarının ileri gelenlerindendi. Hanımı Hanne ile Hz. Zekeriya (a.s.)’ın hanımı kardeştiler. Hz. Zekeriya’nın da, İmran’ın da çocuğu olmuyordu. Hanne bu duruma çok üzülüyor, fakat bunun Allah’tan gelen bir imtihan olduğunun farkında olduğundan sürekli Allah’a dua ediyordu. Dualarında “Rabbim! Eğer bana bir çocuk verseydin onu sana hizmet etmesi için Beyt-ül Makdis’e vakfederdim” diyerek daha Meryem’i doğmadan Allah’a adıyordu. Bir süre sonra çocuk sahibi olacağını öğrendiğinde çok sevindi, ama bu sevinç yanında endişeyi de getirdi. İmran da seviniyor, fakat daha çocukları doğmadan yapılan bu adaktan ötürü endişeleniyordu. Çünkü Beyt-ül Makdis’e yalnızca erkek çocuklar kabul ediliyordu. İmran, Hz. Meryem’in doğumundan önce vefat etti. Hanne ise çocuğunun kız olduğunu görünce "Onu kız doğurdum." -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir-"Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum." diyor ve her şeye rağmen büyük bir kararlılıkla kızını Beyt-ül Makdis’e bırakıyordu. Hanne’nin kararlılığını gören âlimler Hz. Meryem’i Beyt-ül Makdis’e kabul etti. Hz. Meryem’in eğitimini ve bakımını Zekeriya (a.s.) üstlendi.
    Zekeriya (a.s.) sadece kendisinin girebileceği bir odaya yerleştirdiği Meryem’i ziyarete geldiğinde onun yanında, o mevsimde bulunmayan meyveler görüyordu. Bunu Meryem’e sorduğu zaman “onları bana Allah gönderdi” cevabını alıyordu. Allah, Hz. İsa (a.s.) doğmadan çok daha önce Hz. Meryem’e mucizelerini gösteriyor, imanını güçlü kılıyordu. İffet abidesi olan Hz. Meryem, bir gün yanına gelen Cebrail (a.s.)’den babasız bir şekilde çocuk sahibi olacağını öğrendikten sonra yaşayacağı tüm zorlukları da, kendisine yapılacak ithamları da bilmesine rağmen isyan etmiyordu. Bu hususta ilk tepki amcasının oğlu olan, aynı zamanda da mescidde ibadet etmekle meşgul olan Yusuf’tan gelmişti. Yusuf, Meryem (a.s.)’in bu kötülüğü yapmayacağını düşünüyor, fakat yine de aklındaki kötü düşünceleri silemiyordu. Bu durumun içinden çıkamayınca Meryem (a.s.) ile konuşmaya karar verdi ve ona ilk söz olarak “ben, senin işin hakkında kalbime düşen şüpheyi ölünceye kadar kalbimde gizlemeyi çok istemiştim. Ancak, bu iş beni yendi ve seninle konuşmayı uygun gördüm” dedi. Hz. Meryem’in “Allah ilk ağacı yağmursuz, Hz. Âdem’i ve Hz. Havva’yı anne babasız yarattığını bilmiyor musun? Allah’ın dilediğini yapmaya gücü yeterdir” diyerek onu ikna etmişti. Bu konuşmadan sonra Hz. Meryem’in yapacağı işleri de Yusuf yükleniyordu. Hz. Meryem doğum vakti yaklaşınca mabedden ayrılarak şehirden uzak sakin bir yere çekiliyordu.

    Tahmini olarak 17 yaşlarında olan vedoğum vakti geldiğinde bir hurma ağacına yaslanan Hz. Meryem “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" diyordu. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) ağacın altından ona şöyle sesleniyor ve "Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, Şüphesiz ben Rahmân'a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım, de.” diyordu. (Meryem 24-26)

    Bu ilahi destekle rahatlayan Hz.Meryem doğumdan sonra şehre döndüğünde tahmin ettiği gibi büyük iftira ve hakaretlere uğruyor ve bunlara cevap olarak kucağındaki bebeği gösteriyor, insanlara cevabı ondan alın diye ima ediyordu. İnsanlar inanmayan bir ifadeyle bir ‘bebekle nasıl konuşuruz’ derken İsa (a.s.) onlara daha beşikte bir bebekken mucize gösterip bu sözlerine cevap olarak ‘Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Bana kitabı (İncil'i) verdi ve beni bir peygamber yaptı. Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti. Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir)’ diyerek insanları şaşkınlık içinde bırakıyordu. (Meryem 29-33)

    Allah, Hz. Meryem’e kavmi tarafından kendisinin de oğlunun da öldürüleceğini vahy ve ilham ederek onları koruyordu. Bunun üzerine Hz. Meryem ve Hz. İsa Mısır’da bir tepeye yerleşmişlerdi. Hz. İsa 12 yaşına gelene kadar Mısır’da bir ağanın yanında kaldılar. Fakat sonrasında Mısır halkı, İsa (a.s.)’ın yaptığı ve Allah’ın ona verdiği şeylerden korkmaya başlayınca Allah’tan gelen bir vahiy ile Mısır’dan Şam’a gittiler ve Hz. İsa 30 yaşına gelene kadar Hz. İsa ve annesi burada kaldılar.
    Hz. İsa, kendisine nübüvvet görevi verilmesi ve hak dini tebliğ için yoğun gayret göstermesi neticesinde Kudüs’ün zamane yöneticileri tarafından yahudi inancına aykırı hareket ettiği gerekçesiyle cezalandırılıp çarmıha gerilmiş, bu esnada Hz. İsa, Allah’ın bir mucizesi olarak göre yükseltilmiştir. Hz. Meryem ise Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesinden yaklaşık 13 yıl sonra, tahmini olarak 63 yaşında vefat etmiştir. Kabri, Kudüs’te Kidron Vadisi yakınında Hz.Meryem Kilisesi’nde bulunmaktadır.

    Hz. Meryem kıssası Kur’an-ı Kerim’de Meryem ve Al-i İmran surelerinde şu şekilde geçmektedir:

    Al-i İmran suresi:

    33,34. Şüphesiz Allah, Âdem'i, Nuh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

    Hani, İmran'ın karısı, "Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin" demişti.
    Onu doğurunca, "Rabbim!" dedi, "Onu kız doğurdum." -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir-"Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum."
    Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya'yı(8) da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem! Bu sana nereden geldi?" derdi. O da "Bu, Allah katından" diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
    Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin" dedi.
    Zekeriya mabedde namaz kılarken melekler ona, "Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsa'yı) doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler" diye seslendiler.
    Zekeriya, "Ey Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmış iken ve karım da kısır iken benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi. Allah, "Öyledir, ama Allah dilediğini yapar" dedi.
    Zekeriya, "Rabbim! (çocuğum olacağına dair) bana bir alâmet ver" dedi. Allah da şöyle dedi: "Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et."
    Hani melekler, "Ey Meryem! Allah, seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı."
    "Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (O'nun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et" demişlerdi.
    (Ey Muhammed!) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu konuda) tartışırlarken de yanlarında değildin.
    Hani melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah'a çok yakın olanlardandır."
    "O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır."
    (Meryem), "Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" dedi. Allah, "Öyle ama Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir" dedi.
    Meryem Suresi:
    16,17. (Ey Muhammed!) Kitap'ta (Kur'an'da) Meryem'i de an.(4) Hani ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.
    Meryem, "Senden, Rahmân'a sığınırım. Eğer Allah'tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)" dedi.
    Cebrail, "Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim" dedi.
    Meryem, "Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım hâlde, benim nasıl çocuğum olabilir?" dedi.
    Cebrail, "Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu, zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir" dedi.
    Böylece Meryem, çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi.
    Doğum sancısı onu bir hurma ağacına yöneltti. "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" dedi.(5)
    (5) Hz.Meryem'in çektiği doğum sancıları onun her kadın gibi doğurduğunu, İsa'nın ilâh olmadığını, onun her insan gibi bir kadından doğduğunu gösteriyor.

    Bunun üzerine (Cebrail) ağacın altından ona şöyle seslendi: "Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı."
    "Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün."
    "Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, "Şüphesiz ben Rahmân'a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım" de.(6)
    Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: "Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!"
    "Ey Hârûn'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi."
    Bunun üzerine (Meryem, çocukla konuşun diye) ona işaret etti. "Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?" dediler.
    Bebek şöyle konuştu: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. Bana kitabı (İncil'i) verdi ve beni bir peygamber yaptı."
    "Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti."
    "Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı."
    "Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir)."(7)
    Hakkında şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu İsa işte budur.(8)
    Allah'ın çocuk edinmesi düşünülemez. O, bundan yücedir, uzaktır. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece "ol!" der ve o da oluverir.
    Şüphesiz, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse (yalnız) O'na kulluk edin. Bu, dosdoğru bir yoldur.
    (Fakat hıristiyan) gruplar, aralarında ayrılığa düştüler.(9) Büyük bir günü görüp yaşayacakları için vay kâfirlerin hâline!
    Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitip ne iyi görecekler! Ama zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler.
    Onları, gaflet içinde bulunup iman etmezlerken işin bitirileceği o pişmanlık günüyle uyar.
    Şüphesiz yeryüzüne ve onun üzerindekilere biz varis olacağız, biz! Ancak bize döndürülecekler.
    Kaynak:

    https://islamansiklopedisi.org.tr/meryem

    Ayrıntılar

    Hz.Ömer (r.a)

    Asıl adı Ebû Hafs Ömer b. el-Hattâb b. Nüfeyl b. Abdiluzzâ el-Kureşî el-Adevî’dir. Fil Vak‘ası’ndan on üç yıl kadar sonra, diğer bir rivayete göre ise Büyük (Dördüncü) Ficâr savaşından dört yıl kadar önce Mekke’de doğdu. Baba tarafından soyu câhiliye döneminde Kureyş kabilesinin sefâret işlerine bakan Adî b. Kâ‘b kabilesine ulaşır ve Kâ‘b b. Lüey’de Hz. Peygamber (sav) ’in nesebiyle birleşir. Annesi Mahzûm kabilesinden Hanteme bint Hâşim’dir. Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Babasının develerini güttüğü, iyi ata bindiği, iyi silâh kullandığı ve pehlivan yapılı olduğu belirtilmektedir. Şiire meraklı olduğu, güzel konuştuğu, okuma yazma bildiği, ensâb bilgisini öğrendiği, ticaret yaptığı, bu maksatla Suriye, Irak ve Mısır’a gittiği, Kureyş kabilesi adına elçilik görevinde bulunduğu rivayet edilir.
    Kureyş’in bazı ileri gelenleri gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber (sav)’e ve İslâmiyet’e karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden müslüman olanlara işkence yapan Ömer, Hz. Muhammed (sav) Efendimizin peygamberlikle görevlendirilişinin 6. yılında (616) Müslüman oldu.

    Müşriklerin bir araya toplanıp Hz. Peygamber (sav)’ın vücudunu ortadan kaldırma kararı aldıkları günlerde, müslümanlar ibadetlerini gizli olarak yapıyorlardı. Henüz Müslüman olanların sayısı 40’a ulaşmamıştı. Hz. Peygamber (sav), müşrikler arasında bulunan, güçlü kuvvetli ve halk arasında itibarlı iki Ömer’den birinin Müslüman olması için Allah’a duada bulundu ve şöyle niyaz etti:

    “Allah’ım! İslam’ı Ebû Cehil bin Hişam veya Ömer bin Hattab’la kuvvetlendir!”

    Bu iki Ömer’den biri olan Ömer bin Hişam, diğer namıyla Ebû Cehil, Hz. Peygamber (sav)’ı öldürecek olana 100 deve vaat ederken, Ömer bin Hattab da bu teklifi kabul edip Resûlullah’ı öldürmek üzere yola çıkan kişiydi. Bütün hiddet ve şiddetini üzerinde toplamış, gidiyordu. Yolda yeni Müslüman olmuş Nuaym’a rastladı.
    Nuaym: “Nereye gidiyorsun böyle, ey Ömer!” dedi. Hz. Ömer celalliydi:

    “Kureyş’in arasına yeni din icat edip ayrılık düşüren Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya!” cevabını verdi. Nuaym:

    “Ey Ömer,” dedi, “kız kardeşin ve enişten de onun dinine girdi. Ondan haberin var mı? Sen önce onları o dinden döndür.” Ömer bir şaşkınlık ve tereddüt geçirdi. Sonra hışımla yolunu değiştirdi ve doğruca eniştesinin evine yöneldi. Evlerinin önüne gittiğinde eniştesi ve kız kardeşinin Kur’an-ı Kerim okuduğunu duydu. İlk başta öfke ile kız kardeşi ve eniştesine indirdiği darbelerle kanlar içinde bıraktı.

    Ardından ne okuduklarını sordu ve Taha Suresi’nden bir bölüm dinledi ve Kur’ân’ın belagatı kalbini yumuşattı. Çok etkilenerek Hz Muhammed (sav)’ in yerini sordu ve yanına gitti. Ardından Ömer (ra), Kelime-i Şehadet getirip Müslüman olduğunu ilan etti. Peygamber Efendimiz (sav) ve orada bulunan sahabiler sevinçle tekbir almaya başladılar. Peygamber Efendimiz (sav)’in yapmış olduğu dua kabul olmuştu.

    Hz. Ömer (ra), Hz. Ebubekir (ra)’ tan sonra 2. İslam Halifesi oldu. Hz. Ömer, toprakları genişleyen İslam devletinin kurumsallaşmasına yönelik adalet teşkilatı, divan teşkilatı, maliye teşkilatını kurmuş, ayrıca, fetihlerle birlikte kazanılan topraklarda Basra, Kufe, Fusfat gibi yeni şehirler ve askeri alanlar tesis etmiştir.

    Hz. Ömer (ra)’in bir özelliği tevafukâtıdır. Bu, kendi beyanına göre üç, İbn­i Hacer'e göre on beş, İmam­ı Suyutî'nin tahkikine göre ise yirmi bir defa Hz. Ömer (ra)'in düşüncesi istikametinde ayet­i kerimelerin nüzul etmesi demektir. Rabbani hükme muvafık düşen Hz. Ömer'in görüşlerinden bazıları şunlardır:
    1) Makam­ı İbrahim'in namazgah edinilmesi.

    2) Ezvâc­ı tâhirâtın (Peygamber (sav) Efendimizin hanımları) tesettüre bürünmesi

    3) Ezvâc­ı tâhirâtın kıskançlık adına birleşmeleri üzere "O'nun Rabbi sizleri boşar ve sizden daha hayırlı zevcelerle değiştirir." demesi ve aynı çizgide ayetin gelmesi. (Buharî, Salât, 32; Müslim, Fedâilü's­Sahabe, 24)

    4) Bedir esirlerine ne yapılacağı hakkında, istişare esnasında arz ettiği görüşü. (Enfal, 8/67)

    5) Meşhur münafık Abdullah b. Übeyy b. Selul üzerine, Hz. Peygamber'in cenaze namazı kılmamasını istemesi. (Tevbe, 9/84)

    6) İçki hakkında kesin ve net bir hükmün gelmesini istemesi. (Mâide, 5/90)

    7) İnsanın yaratılışını anlatan ayeti ilk defa dinlerken Allah'ın kudretine hayranlığın ifadesi olarak kendinden geçip, ayetin fezlekesini aynen söylemesi. (Mü'minun, 23/14)

    8) İfk hadisesinde kendisi ile istişare eden Hz. Peygamber (sav)'e bunun bir iftira olduğunu söylemesi ve aynı ifadelerle ayetin nüzulü. (Nur, 24/16)

    9) Hz. Peygamber (sav)'in hükmüne razı olmayan kişiyi öldürmesi, bunun üzerine Hz. Ömer'in haklılığına delâlet eden ayetin inmesi. (Nisa, 4/65)

    10) Yahudilerin Cebrail için "Bizim düşmanımızdır." demelerine karşı, Hz. Ömer'in söylediği aynı sözlerle ayetin nazil oluşu. (Bakara, 2/98) (3).

    Hz. Ömer (ra) hilafeti sırasında İslam ülkesinin sınırlarını fetihlerle genişletti. Mescid-i Aksa'nın Müslümanların ilk kıblesi olması ve Hz. Peygamber'in Miraç hadisesinde Mescid-i Aksa'ya gitmesi Kudüs'ü önemli kılıyordu. 638 yılında Kudüs İslam orduları tarafından kuşatıldı. Hristiyanlar şehri savunmaya çalıştı, fakat destek kuvvetlerinin geldiğini öğrenince barış talebinde bulundu ve şehri teslim etmek için halife Hz. Ömer (ra)'ın bizzat gelip teslim almasını şart koştu.
    Yaptığı istişareler sonrası bu şartı kabul eden Hz. Ömer (ra), muhacir ve ensarlardan oluşan küçük bir kafileyle yola çıktı. Halifeyi görmek için halk yollara döküldü. Hz. Ömer (ra), Suriye'nin Cabiye bölgesinde Halid bin Velid ve Ebu Süfyan tarafından karşılandı. Antlaşma şartları bu şehirde hazırlanırken, Hz. Ömer Kudüs kapılarında Ebu Ubeyde ve diğer komutanlar tarafından karşılandı.

    Hz. Ömer (ra), her üç semavi din tarafından kutsal olan Kudüs'e görkemli bir merasimle değil tevazu ile girdi, şehirde ilk olarak Mescid-i Aksa'yı ziyaret edip Hz. Davud'un mihrabında dua etti. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir daha ezan okumayan Bilal-i Habeşi'yi çağırarak ezan okuması ricasında bulundu. Bilal-i Habeşi, Halifenin hatırı ve Kudüs'ün fethi dolayısıyla bu emri bir defaya mahsus olarak yerine getirdi. Bilal-i Habeşi'nin okuduğu ezan Halifeyi ve sahabeleri ağlattı.

    Hz. Ömer (ra), Müslümanlar için önemli olan Mescid-i Aksa'da cuma namazı kıldıktan sonra biri bütün Kudüslülere ve biri de hristiyanlara olmak üzere iki ferman vermiştir.
    Hz. Ömer, 644 yılında (hicri 23) hilafetinin 10.yılında, Ebû Lü’lüe Fîrûz en-Nihâvendî adlı bir köle tarafından sabah namazını kıldırdığı sırada hançerle yaralanmış ve üç gün sonra da şehit olmuştur. Kabri, Peygamber Efendimiz (sav)'in de medfun bulunduğu Mescid-i Nebevi'dedir.

    Referanslar

    Fayda, M. https://sorularlaislamiyet.com/hz-omer-rain-ictihadi-dogrultusunda-gelen-vahiyler-ayetler-hakkinda-bilgi-verir-misiniz https://islamansiklopedisi.org.tr. Retrieved from https://islamansiklopedisi.org.tr/omer

    http://www.sahabelerinhayati.com. http://www.sahabelerinhayati.com/2015/06/23/hz-omer-r-a/

    https://sorularlaislamiyet.com/ https://sorularlaislamiyet.com/hz-omer-rain-ictihadi-dogrultusunda-gelen-vahiyler-ayetler-hakkinda-bilgi-verir-misiniz

    Türetken, M. https://www.aa.com.tr/ https://www.aa.com.tr/tr/dunya/kudusun-ilk-fatihi-hz-omer/1301866

    Halife b. Hayyat, I, 151

    İbn-i Sa’d, III, 279

    Ayrıntılar

    II. Kiros

    II.KİROS

    Büyük Kiros, Büyük Keyhüsrev veya Büyük Kuroş olarak da bilinen II. Kiros, batıda daha çok Sirus (Cyrus) ismi ile tanınır. Birinci Pers imparatorluğu olan Ahameniş İmparatorluğu'nun kurucusudur. Kaynaklarda, M.Ö. 576 ya da 590 yıllarında doğduğu ve M.Ö. 529 yılında öldüğü belirtilmektedir.

    M.Ö. 559-529 yılları arasında hüküm süren Büyük Kiros, bu dönemde güneybatı Asya'nın çoğunu ele geçirmiştir.

    M.Ö. 559'da Medya İmparatorluğu'nun bir bölgesi olan ve günümüzde İran’ın İsfahan civarlarına denk gelen Anşan'ın yöneticisi olmuştu. MÖ 550 yıllarında Kral Astiages'i bozguna uğratıp Med Krallığı'nı Pers İmparatorluğu'nun merkezi yaptı. MÖ 545 yılında Lidya Kralı Kroesus'u yenilgiye uğratarak Batı Anadolu'yu ve buradaki Yunan şehir devletlerini de ele geçirdi. MÖ 539'da Babil kentini fethedip Filistin'i de içine alarak Orta Doğu'nun büyük bir kısmını hakimiyeti altına aldı. Kaynaklar, Orta Asya’da Massagetler (İskitler) ile yapılan savaşta öldüğünü belirtmektedir.

    II.Kiros, ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen Kiros Silindiri'ni yazdırmıştır. Kiros Silindiri kilden yapılmış, 23 santimetre uzunluğunda bir yapıt olup, Kiros’un Babil’i fethinden ve yahudilerin de içinde olduğu sürgündeki insanların özgür bırakılmasından söz eder.

    Dünyanın ilk anayasası olarak da bilinen Kiros Silindiri, Akkad dilinde pişmiş kil silindire elle yazılmıştır. İngiliz arkeolog Hormuzd Rassam tarafından, 1879 yılında, Esagila Tapınağı(Mabuk Mabedi)kazılarında bulunmuştur. Günümüzde Londra bulunan British Museum’da sergilenmektedir.

    Kiros Silindiri’nde üç ana konu yer almakta olup, bunlar ırk, dil ve din eşitliği, köleler ve göçe zorlananların tüm haklarının verilmesi ve şehre dönmelerinin sağlanması, ayrıca yıkılan tüm tapınakların tekrar tamir edilmeleridir.
    Med-Yahudi ilişkileri, MÖ 539’lu yıllarda Med Kralı (Mado-Pars soylu) Büyük Kiros’un yahudileri Babil esaretinden kurtarmasıyla daha da kuvvetlenmiştir. Büyük Kiros, Asur’dan ele geçirdiği topraklarda bir süre kalıp dinsel hoşgörüyü hayata geçirdi. Medler ilk etapta eski efendileri Asur’un bütün kötü idare tarzından uzak duruyorlardı. Köleliğe başvurmadılar, insanları zorla kendi inançlarına katmadılar ve insanları göçe zorlamadılar. Hatta birçok yeniliğin ve özgürlüğün kapısını araladılar. Medler, Zerdüştçülüğün İmparatorluğun resmi dini olmasından dolayı köleliğe karşıydılar. Bölgelerinde de bulunan Asur’un esiri olan yahudi köleleri serbest bıraktılar. Kendilerine yardım eden Babil halkının yanı sıra yahudileri de ödüllendirdiler.

    II.Kiros, böylece, yahudilerin Babil sürgününü sona erdirmiş, onların yurtlarına dönmelerini sağlamıştır. Ayrıca, II. Kiros, Asur Kralı Nebukadnezar tarafından yakıp yıktırılan Kudüs’teki Süleyman Tapınağı ve diğer yerlerin inşasına yardım etmiş, Nebukadnezar ve ordusunun Filistin topraklarını işgali sırasında yağmalanan altın ve gümüşlerin ve bazı kutsal eşyaların da geri alınmasını sağlamıştır.

    ABD, 15 Mayıs 1948 tarihinde İsrail'in resmen devlet ilan edilmesinden sadece on bir (11) dakika sonra İsrail'i resmen tanıdı. Dönemin ABD Başkanı Harry Truman, bağımsız İsrail devletinin kurulmasındaki rolünden dolayı kendisini Büyük Kiros'a benzetmiş ve "Ben Büyük Kiros (Great Cyrus)'um" demiştir.

    Büyük Kyros, İskitlerle giriştiği mücadeleyi kaybetmiş ve İskit Kraliçesi Tomris tarafından öldürülmüştür.
    Kaynak :

    arkeofili.com/pers-imparatoru-buyuk-kiros-kimdi

    https://dergipark.org.tr/download/article-file/296136

    www.wikizero.biz

    Ayrıntılar

    II. Raymond

    (1116 – 1152)

    Dönemin Suriye sınırları içerisinde bulunan Trablus’un kontu Pons ile Cecile'nin en büyük oğludur. 1116 yılında doğduğu tahmin edilmektedir.

    HÜKÜMDARLIĞI VE MÜSLÜMANLARLA SAVAŞLARI

    Şam komutanı Memlûk Bazwāj, Trablus'a akınlar düzenliyordu ve bir muharebede Trablus kontu Pons'u yendi. Pons, muharebe meydanından kaçtı, fakat yerli Hristiyanlar onu esir alıp, Bazwāj'a teslim ettiler, Bazwāj, Pons'u 25 Mart 1137 günü idam etti.Bazwāj bir sınır kalesini ele geçirdi fakat Trablus'a saldırmadan Şam'a geri döndü. Babasının ölümünün intikamını almak için Raymond, Lübnan Dağı bölgesinde bulunan yerli Hristiyan yerleşimlerini işgal etti ve halkın birçoğunu esir aldı. Esir alınan erkek, kadın ve çocuklar Trablus'a götürülüp, çoğunluğuna işkence edilip, idam edildiler. Surlu Vilyam, Raymond'un yerli Hristiyanlara karşı olan seferinin onun "savaş cesaretinin ilk dersleri" olduğunu belirtir.

    Pons'un ölümünü öğrendikten sonra Musul Atabegi I. İmâdüddin Zengî, Trablus'u 1137'de işgal etti. Zengî, Montferrand'ı kuşattıktan sonra, Raymond, dayısı Kudüs kralı Foulques'a kuşatmayı kırması için yardım göndermesini de istemiştir. Foulques ve ordusu Trablus Kontluğu'nun sınırını geçtikten kısa bir süre sonra, Antakya Prensi Raymond, Bizans İmparatoru II. İoannis'in Antakya'yı işgal ettiğine dair Foulques'u bilgilendirdi.

    Foulques ve Trablus kontu Raymond, Antakya'ya ilerlemeden önce Zengî'nin kuvvetlerine saldırıda bulunmaya karar verdiler, çünkü atabegi kolayca yenebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak Zengî, Humus kuşatmasını kaldırdı ve Kudüs ve Trablus birleşik güçlerine beklenmedik bir saldırı düzenledi. Muharebe sırasında binlerce Hristiyan asker öldü ve hatta Raymond da dahil olmak üzere daha çoğu esir alındı; Foulques ve beraberindekiler Montferrand'a kaçtılar. Zengî tekrar Montferrand'ı kuşattı fakat Antakya Prensi Raymond, Edessa kontu II. Joselin ile II. İoannis'in destek kuvvetlerinin yolda olduğunu öğrenince kuşatma altındakiler ile görüşmeye başladı. Kalede kuşatılanlar, bu hareketlerden haberdar değillerdi fakat güvenli bir geçiş ile Raymond ve diğer tüm Hıristiyan esirlerin serbest bırakılması karşılığında kaleyi Zengî'ye teslim etmeyi kolayca kabul ettiler.

    Fâtımîler, 1151 yazında sahil kasabalarına karşı yaptıkları saldırılar sırasında Trablus'u da ele geçirdiler. Fâtımîler, limanda bulunan gemileri imha edip, çok sayıda askeri esir ettiler. Nûreddin Zengi, 1152'de kontluğa girdi ve Tortosa'yı ele geçirip orada bir garnizon bıraktı. III. Baudouin, Trablus'a geldi ve Kudüs ile Trablus'un önde gelen baronlarının katıldığı bir "genel davet" düzenledi. Kral vardıktan sonra, Nûreddin'in birlikleri Tortosa'yı terk ettiler ama kaleyi yıktılar. Kalenin yeniden inşası pahalı olduğu için, Raymond Tortosa'yı önce yerel piskoposa sonra en önemli karargahlarından birini oraya taşıyan Tapınak Şövalyelerine verdi.

    KAYNAKÇA;

    WİKİPEDİA

    Ayrıntılar

    II. Wilhelm

    II.WILHELM (1859-1941)
    Son Alman imparatoru ve Prusya kralı olan II. Wilhelm (Friedrich Wilhelm Viktor Albert von Preußen), 1859’da Berlin’de doğmuş, 1941’de Hollanda’da ölmüştür. Babası veliaht III. Friedrich, annesi ise İngiltere Kraliçesi Kraliçe Victoria'nın büyük kızı Victoria’dır. Böylece, II. Wilhelm, dönemin İngiltere Kraliçesinin torunu, sonraki İngiltere kralı VII. Edward’ın yeğenidir. Doğuştan sol kolu güçsüz olan II. Wilhelm, bu duruma rağmen geleceğin komutanı ve veliahtı olması nedeniyle de oldukça disiplinli bir askerlik eğitimi almıştır. Dönemin Alman İmparatoru I. Wilhelm 9 Mart 1888 tarihinde Berlin'de ölmesinin ardından yerine II. Wilhelm'in babası III. Friedrich imparator ilan edildi. Fakat, zaten uzun zamandır gırtlak kanseri tedavisi gören III. Friedrich sadece 99 gün tahtta kalmış ve bu hastalık sebebiyle ölmüştür. Böylece, 15 Haziran 1888 tarihinde 29 yaşındaki Prens II. Wilhelm yeni Alman İmparatoru ve Prusya Kralı olmuştur. II.Wilhelm 1888 yılından Almanya’nın yenildiği ve I.Dünya Savaşının sona erdiği 9 Kasım 1918 tarihine kadar Prusya Krallığı ve Alman İmparatorluğu yapmıştır.
    Kayser II. Wilhelm, imparator olduktan sonra düşüncesini Dünya lideri olacağız şeklinde açıklamış, önünde engel gördüğü dönemin şansölyesi (başbakanı) Bismarck’ın görevine seçimler sonrasında son verdi. Almanya'nın bir dünya gücü olmasını isteyen II. Wilhelm döneminde Almanya İmparatorluğu daha agresif, militarist ve yayılmacı bir dış politika izledi. Eski şansölye Bismarck'ın denge politikası bir kenara bırakılıp yeni sömürgeler edinmek amacıyla İngiltere ile yoğun bir rekabete girilmiştir. Bu dönemde özellikle İngiltere'nin deniz üstünlüğünü sona erdirmek için yoğun çaba içine girildi ve Almanya denizlerde güçlü filolara sahip oldu. Almanya sanayi atılımını da bu dönemde hızlandırdı. 1800lü yılların sonlarında İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Portekiz’in sömürge politikasına benzer politikalar izlemeye başlayan II. Wilhelm, hammadde kaynakları elde etmek için Afrika'da bazı yerleri sömürgeleştirdi. İktidarı döneminde ülkesinin sanayi atılımı yapması ve dünya hakimiyeti kazanması düşüncesiyle agresif yayılmacı politikayı benimsemiş, dönemin iktisadi, siyasi ve askeri koşullarında I. Dünya Savaşının çıkmasında önemli bir etken olmuştur.

    II.Wilhelm, I.Dünya Savaşında Almanya’nın yenilmesiyle 10 Kasım 1918 tarihinde ülkesinden ayrıldı ve Hollanda’nın Doorn şehrine sürgüne gitti. 1920 yılında Osmanlı Devleti için yapılan (ancak Türk milletinin azmi karşısında hiç uygulanamayan) Sevr anlaşmasının benzeri Almanya ile 1919 yılında Versay Anlaşması adı altında imzalanmış ve bu anlaşmanın bir maddesi uyarınca da II. Wilhelm’in yargılanması istenmiş, ancak dönemin Hollanda kraliçesi Wilhelmina tarafından buna izin verilmemiştir. II. Wilhelm, 1941 yılında 20 yıldan fazla sürgün olarak yaşadığı Hollanda’da 82 yaşında ölmüştür.
    II.Wilhelm’in konumuz açısından önemi ise Kudüs’e olan yakın ilgisidir.
    II. Wilhelm, birincisi 1889'da, ikincisi 1898’de, üçüncüsü de 1917 yılında olmak üzere üç kere İstanbul’u ziyaret etmiş, ilk ikisini II. Abdülhamid Han’ın daveti üzerine, üçüncüsünü ise I. Dünya Savaşının devam ettiği süreçte yapmıştır. II. Wilhelm İstanbul’u 1898 yılındaki ikinci ziyaretinde, İstanbul’un ardından Kudüs, Şam, Beyrut’u da ziyaret etmiştir. 1898 yılı ekim ayında II. Wilhelm dört günlük İstanbul ziyaretinden sonra 22 Ekim 1898 tarihinde geniş bir heyetle İstanbul’dan ayrılmış, dört günlük deniz yolculuğundan sonra 26 Ekim 1898’de Hayfa Limanı’na ulaşmıştır. Burada Alman İmparatoru ve beraberindeki heyet için çok büyük bir karşılama töreni düzenlenmiştir. İmparator tarafından Alman Konsolosluğu’nda yerel yöneticiler ve cemaat temsilcileri kabul edilmiş, Hayfa’dan 26 Ekim 1898 tarihinde otomobil veya tren yerine, at ve at arabaları tercih edilerek Kudüs’e bir yolculuk gerçekleştirilmiştir. Hayfa-Kudüs arasında bir demiryolu mevcut olmasına rağmen Alman İmparatoru II. Wilhelm, Haçlı Seferlerini gerçekleştiren ataları gibi bu mesafeyi (Yafa-Kudüs), bütün olumsuz yol şartlarına rağmen, at üzerinde kat etmeyi istemişti. Bu seyahat, Kudüs’te bir Alman Protestan Kilisesi’nin açılışı için gerçekleştiriliyor olsa da yayılmacı bir siyaset izleyen II. Wilhelm bunu bir Haçlı Seferi edasında yapıyordu.

    Böylece İmparator II. Wilhelm 29 Ekim 1898 tarihinde Kudüs’e ulaştı.
    Ancak, İslam geleneğine göre, şehrin ana kapısından sadece burayı fetheden hükümdar at sırtında girebilirdi. Bu sorunu aşmak için II. Abdülhamid Han’ın talimatıyla Yafa kapısının yanına surda bir gedik açılmış, imparator atlı olarak bir haçlı komutanı edasıyla buradan içeri girmişti. Yafa kapısının hemen ardında bir zafer takı yapılmış ve yahudi mahallesinde ise ayrı bir tak yapılarak üzerine “hoş geldiniz” levhaları eklenmişti.

    İmparator, 30 Ekim 1898 tarihinde çoğunluğu hristiyan olan Beytüllahm’i ziyaret etmiş ve kilisede bir ayin düzenlenmiştir. İmparator Kudüs’e dönüşte Alman kökenlilerden oluşan Rephaim adlı bir Templer kolonisi ziyaret etmiştir. II. Abdülhamid, yahudilerin Filistin’e yerleşme emellerinin yoğunlaştığı bu dönemlerde Alman kolonilerinin Filistin’e yerleşmesine müsade etmesi, Sultan Abdülhamid’in denge politikasının bir yansımasıydı.

    İmparator II. Wilhelm ardından Zeytindağı’ndaki Rus Manastırı’nda da bir ayine katılmıştır. II. Wilhelm, bir haçlı komutanı edasıyla ve onların dostu olduğunu gösterircesine her mezhebin ibadethanelerine uğramış ve onların gönlünü almıştı. Alman “Dünya Politikasına (Weltpolitik)” hizmet için dini hassasiyetler kullanılarak bir haçlı seferi algısı oluşturuluyordu.

    İmparator 3 Kasım 1898’de Kudüs’ten ayrılıp Hayfa’ya geçmiş oradan ortadoğu turuna devam etmiştir.
    Bu gezinin başlamasından önce Avrupa siyasî çevrelerince Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul ve Kudüs’e yapacağı gezinin iki amacından bahsediliyordu. Birincisi, Fransa’nın asırlardan beri doğu üzerindeki var olan hakimiyetinin artık zayıflamaya başladığı ve Almanya’nın bunu fırsat bilerek bu bölge üzerinde etkisini artırmak istediğiydi. İkincisi ise Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı Devleti ile siyasî yakınlık tesis ederek menfaatlerini korumayı ve artırmayı hedeflediğiydi. Bir haçlı rüyası veya seferi havasında gerçekleşen bu seyahat, dinî hassasiyetler üzerinden Almanya’nın Dünya Politikası (Weltpolitik)’na hizmet etmek için ustaca kullanıldı.

    https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Wilhelm

    http://sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/view/1082/837

    Ayrıntılar

    IV. Baldwin

    Tarihte meydana gelmiş birçok olay kendisinden sonra meydana gelecek olayların başlamasında bir domino taşı etkisi yaratmıştır. Bu domino taşlarından en önemli olanlarından biri de hiç şüphesiz Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ü ele geçirmesidir.
    Üç büyük dinin en kutsal mabetlerinin bulunduğu bu şehir için geçmiş çağlardan bugüne birçok savaş meydana gelmiştir. Kudüs’ün cüzzamlı kralı IV. Baldvin; cüzzam hastalığına rağmen beklenenden daha uzun yıllar krallık yapmış ve şehrini korumuştur. Bu yüzden IV. Baldvin ve Selahattin Eyyubi gibi iki büyük liderin mücadelesi gerçekten bilinmeye değerdir. IV.Baldvin'in 1185 yılında ölümünden sadece iki yıl sonra; Batı dünyasının 1.Haçlı Seferleriyle başlayan Kudüs’teki 88 yıllık hakimiyeti, 1187 yılında Kudüs'ün Selahaddin Eyyubi tarafından fethedilmesiyle sona ermiş, Batı Dünyası, Kudüs’ü Müslümanlardan geri alabilmek için; ileride ortadoğu coğrafyasında ve dünya genelinde siyasal, sosyal, ekonomik, askeri birçok etkisi olacak olan diğer Haçlı Seferlerini başlatmıştır.

    1161 yılında doğan ve Kudüs Kralı I. Amalrik’in oğlu olan ve tahtın 1. Sıradaki varisi olan Baldvin, çocukluğunu babasının Kudüs’teki sarayında geçirdi. Zamanının çoğunu onu eğiten Surlu Vilyam adındaki bir tarihçi olan öğretmeniyle geçiriyordu. Bir gün öğretmeni genç prens hakkında üzücü bir gerçeğin farkına vardı. Arkadaşlarıyla oyun oynayan genç prens acı hissetmiyordu. Vilyam onunla yalnız kaldığı zamanlarda koluna kontrol amaçlı koluna çimdik atıp acı hissedip hissetmediğini soruyordu.

    Baldvin’in acıyı hissetmemesi ileride bütün hayatını her yönden etkileyecek cüzzam hastalığının habercisiydi.
    Babası Kral I. Amalrik’in ölümüyle veliaht IV. Baldvin 1174 yılında tahtı devralır. Ancak daha 13 yaşında olması nedeniyle erişkin yaşına gelene kadar krallık iki naip tarafından yönetilir. Baldvin’in hastalığı yüzünden saraydakiler onun uzun süre krallık yapamayacağını düşünmektedirler. Krallığı onun adına naip unvanıyla ilk önce Plancyli Miles, daha sonra babasının kuzeni Trabluslu III. Raymond yönetir. 1175’te yılında Raymond, Selahaddin Eyyubi ile bir barış anlaşması yapar.

    Baldvin büyümekte olan tehlikenin ve Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ü ele geçirme planları yaptığından haberdardı. Bu yüzden şehrin savunmasını uygun bir yerde yapmak için ordusu ve 375 şövalye ile birlikte 1177 yılında şu anki Tel aviv’in 50 km. güneyinde bulunan Ascalon’a doğru yola çıkar ancak 26 bin kişilik Eyyubi ordusu tarafından durdurulurlar. Bu sırada Selahattin Eyyubi Kudüs’e doğru ilerlemekte ve az sayıdaki Latin ordularının onu durduramayacağını düşünmektedir. Yol üzerinde; Ramla, Lydda ve Arsuf’a ele geçirir Ancak geride Latin ordularını durdurması için bıraktığı birlikler yenilmiş ve Latin orduları tekrar onun peşine düşmüşlerdi. Tapınak şövalyelerinin de desteğini alan IV. Baldvin’in ordusu Ramla bölgesinde Montgisard’da Eyyubiler’e yetişirler.

    Selahaddin Eyyubi beklemediği bir anda saldırıya uğrar. Ordusu dağınık, uzun yürüyüşten dolayı yorgun ve savaşa hazırlıksızdır.
    Haçlılar hazırlıksız Eyyubi ordusuna cepheden saldırarak büyük zayiat verdirir. Gece boyunca Selahaddin’i takip eden Baldvin sonrasında Ascalon’a çekilir. Özel muhafızları olan Memluk askerleri haricinde silahlı kuvveti kalmayan Selahaddin, uzun ve yorucu bir yolculuk sonucu Mısır’a dönebilir. Ordusunun ise sadece onda biri kurtulmuştur. Bu ağır yenilgi Selahaddin Eyyubi için; yeterince hazırlık yapmadan savaşa girmeme ve Baldvin’i bir daha hafife almama konusunda büyük bir ders olmuştur. Selahattin Eyyubi 10 yıl boyunca hazırlık yapar ve 10 yılın sonunda 1187 yılında döneminin en modern silahlarıyla eskisinden çok daha güçlü bir ordu oluşturmuş ve Hıttin savaşının ardından Kudüs’ü fethetmiştir.

    16 yaşındayken Selahattin Eyyubi’yi ağır bir yenilgiye uğratan Baldvin’in başarıları ise uzun süreli olmamıştır. 1180 yılı ve sonrasında Eyyubi Ordusu kısa zamanda toparlanmıştır. Haçlı seferlerinin gizemli örgütü olan ve güçlü askerlerden oluşan Tapınak şövalyelerinin desteğini alan IV.Baldwin, 1183 yılında Selahaddin Eyyubi’ye karşı Lübnan üzerine bir kuvvet gönderir ancak burada Selahattin Eyyubi’nin ordusu tarafından bozguna uğrar.

    Bu arada Baldvin’in sağlık durumu da kötüye gitmekte, kendi başına at sürememekte ve destek almadan ata binememektedir. Cüzzam hastalığından dolayı adeta inziva hayatı taşıyan ve uzun bir dönem yüzündeki derin yaraları göstermemek için metalden maske kullanan IV. Baldwin, annesinin 1184 yılı sonlarında Akka’da ölümünden birkaç ay sonra 1185 yılı baharında Kudüs’te ölmüş, ve Kutsal Kabir Kilisesi’ne defnedilmiştir.
    KAYNAKÇA :
    https://www.britannica.com/biography/Baldwin-IV-king-of-Jerusalem

    https://tr.wikipedia.org/wiki/IV._Baldwin

    Ayrıntılar

    İzak Rabin

    (1922 - 1995)


    HAYATI

    İzak Rabin, İngiliz Manda İdaresi altındaki Filistin’de, Nehemiah Rabin ve Rosa Cohen’in çocuğu olarak 1922 yılında dünyaya geldi. Ailesi, İsrail’e "Üçüncü Göç" ile geldi. Babası Nehemian Rubitzov, Ukrayna’daki Sydorovychi köyünde 1886 yılında dünyaya geldi.[1] Babası genç yaşta öldüğünden Nehemiah, erken yaşta çalışarak ailesine destek vermek zorunda kaldı. 18 yaşında Amerika’ya göç eden Nehemiah, Paole Zion partisine katıldı ve soyadını Rabin olarak değiştirdi. 1917 yılında, Yahudi Birliği’nden gönüllü bir grupla Filistin’e gitti.

    İzak’ın annesi Rosa Cohen, 1890 yılında Mohilev, Belarus’ta dünyaya geldi. Bir haham olanve Siyonist harekete karşı çıkan babasıRosa’yı Homel’de bulunan bir Hıristiyan okuluna gönderdi. Siyasete ilgi de duyan anne Rosa Cohen, 1919 yılında Filistin’e giden ve kibbutzlarda kalan Rosa, bir süre sonra da Kudüs’e taşındı

    Kudüs’te doğan İzak Rabin, ailesi, o daha bir yaşındayken Tel Aviv’e taşınmıştı. 1940 yılında Kadoori Tarım Lisesi’nden iyi bir dereceyle mezun oldu.Ancak, ilerde İngiltere’de aldığı birkaç askeri strateji dersinden başka herhangi bir lisans eğitimi almadı.

    Rabin 1948 yılında Arap-İsrail Savaşı esnasındaLeah Rabin ile evlendi. Leah, Palmach adlı bir gazete için muhabirlik yapmaktaydı. Evliliklerinden Daila ve Yuval adında iki çocukları oldu. Amerikalı diplomat Dennis Ross’a göre Rabin, dindar değildi ve hatta İsrail’in tanıdığı en laik insanlardandı.

    ASKERİ DÖNEMİ

    Rabin 1941 yılında, RamatYohanan kibbutzundaki pratik eğitimi esnasında, Yahudi yerleşim alanlarını korumak için kurulan Haganah adlı paramiliter örgütün Palmach (atak güçlerine) bölümüne katıldı. Palmach altında ilk katıldığı operasyon, 1941 Haziran’daki Vichy Fransa’sının yönetimi altında olan Lübnan’ın, müttefik güçler tarafından işgaliydi.

    Savaşın sonunda Haganah örgütü ve İngiliz otoritelerinin arasındaki ilişki gerginleşti. Bu gerginliğin en büyük nedenlerinden biri, İngiliz yönetiminin denge politikası kapsamında Yahudi göçmenlere olan tavrıydı. Rabin 1945 yılında, Hayfa’nın 20 km. güneyindeki Atlit Kampında tutulan, 2.Dünya savaşında Avrupa’dan kaçan ve yasa dışı yollardan Filistin’e gelen Yahudi göçmenlerini özgür bırakmayı amaçlayan projenin liderliğini yaptı. Kara Şabat’ta İngiliz manda yönetimi, Yahudi kurumlarının liderlerine karşı büyük bir operasyon düzenledi veİzakRabin bu kapsamda beş ay tutuklu kaldı. Rabin, serbest bırakıldıktan sonra ikinci Palmach Taburu'nun başına geçti ve 1947’de Palmach’ın Operasyon Şefliği'ne yükseldi.

    1948 Arap-İsrail Savaşı esnasında Rabin, Kudüs’teki operasyonları yönetti ve Necef’te Mısır Ordusuyla savaştı. Savaşın başında Rabin, Harel Tugayı'nın komutanıydı ve bu Tugay kıyı düzlüğünden Kudüs’e giden yolda savaştı. İlk ateşkes esnasında, İsrail Savunma Kuvvetleri (ISK) ve Irgun arasındaki çatışmaya katıldı.

    İzak Rabin o döneme kadar gerçekleşen en büyük operasyon olan 1948 Temmuz ayında yürütülen Danny Operasyonu'nda yardımcı kumandanlık yaptı ve Ramle ile Lidda şehirleri ele geçirildi. Bu iki şehrin ele geçirilmesinden sonra, Arap nüfusu şehirlerden ayrıldı. Bundan sonra Rabin, güney cephesinde Operasyon Şefi olarak Yoav ve Horev operasyonlarına katıldı.

    1949 yılı başında Rabin, Mısır'la Rodos Adası’nda yapılan ateşkesgörüşmelerinde İsrail'i temsil eden heyette yer aldı. Bu müzakerelerin sonucunda 1949 Ateşkes Anlaşması imzalandı ve 1948 Arap-İsrail Savaşı resmi olarak sona erdi. Savaş sonrasında İzak Rabin, Palmach’ın en kıdemli üyesiydi. 1964 yılında Rabin, Levi Eşkol tarafından İsrail Genelkurmay Başkanlığına atandı. David Ben-Gurion’un ardından Başbakan olan Levi Eşkol, fazla askeri tecrübeye sahip olmadığından İzak Rabin geniş hareket serbestisine sahip oldu.

    Rabin’in komutasındaki İsrail ordusu; 1967 yılında, Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı Altı Gün Savaşı'nda zafer kazandı. Kudüs’ün doğusu 6 gün savaşıyla İsrail tarafından ele geçirildi. Ardından, İzak Rabin geçirdiği sinirsel bir rahatsızlık nedeniyle kısa bir müddet tedavi gördü ve daha sonra İsrail ordusunun başındaki görevine tekrar döndü.

    1968 yılında emekliye ayrılan Rabin 27 yıllık askeri hayatına son vererek Washington büyükelçisi oldu. Bu dönemde, ABD ve İsrail arasındaki siyasi ve stratejik ittifakın güçlendirilmesinde büyük rol oynadı. 1973 yılında parlamentoya girdi ve İşçi Partisinden bakan oldu.

    1974 yılı haziran ayında ise İsrail’in beşinci başbakanı seçildi. İzak Rabin, başbakanlığı döneminde Yom Kippursavaşı sonrasında Mısır ve Suriye ile ateşkes anlaşması imzaladı.

    1984 koalisyon hükümetinde savunma bakanı olan İzakRabin,bakanlık döneminde Lübnan’daki İsrail kuvvetlerini tek taraflı olarak ilan edilen ''güvenlik kuşağının*'' arkasına çekti.

    *Güvenlik Kuşağı, Lübnan topraklarının içine düşmektedir. İsrail, kuzey sınırlarının güvenliği için burada özel bir bölge oluşturdu ve burada Hristiyan falanjist bir kumandanın emrinde özel ordu kurdu.

    İNTİFADA HAREKETİ

    1987 yılı Aralık ayında Filistinliler tarafından İsrail’e karşı başlatılan 1.İntifada hareketine yönelik, intifadanın şiddetle bastırılması görüşünü benimseyenlerden biri olan İzak Rabin, Filistinlilerin evlerini yıkma, şüphelileri mahkemeye çıkarmadan bir yıla kadar gözaltında tutma, Filistinlileri sınır dışı etme gibi uygulamaları başlatmıştır.

    Filistinli bir gazete satıcısının Rabin ile ilgili bir açıklaması şöyle: ''O, savunma bakanlığı yaptığı sıralarda gösterileri organize eden ve yönlendiren Filistinlilerin kol ve bacaklarının kırılması emrini vermişti.Filistinlilerin evlerin yıktırılmasının, sürgünlerin ve yerleşim bölgelerinin geliştirilmesinin planlayıcısı da odur.''

    1993 yılında İzak Rabin’in ikinci kez başbakanlık görevini yürüttüğü dönemde İsrail ile Filistin Özerk Yönetimi arasında Oslo Anlaşmasına Yaser Arafat ile birlikte imza attı. 1994 yılında ise İsrail ve Ürdün arasında yapılan barış anlaşmasını Kral Hüseyin ile imzaladı.

    1994 yılında ise İzak Rabin‘e, Şimon Perez ve Yaser Arafat ile birlikte Oslo Anlaşmaları’ndaki çabalarından dolayı Nobel Barış Ödülü verildi.

    ÖLÜMÜ

    İzak Rabin, Oslo Barış sürecine karşıtlığıyla bilinen 27 yaşındaki Yigal Amir adında aşırı sağcı bir İsrailli öğrenci tarafından 4 Kasım 1995 günü bir miting sırasında vurularak öldürüldü

    Rabin, Tel Aviv’deki İsrail Kralları Meydanı’nda, Oslo Anlaşmasına destek almak amaçlı geniş katılımlı bir mitingde konuşma yapmıştı. Miting bitiminde İzak Rabin arabasına doğru yürürken saldırgan Yigal Amir, İzak Rabin’i silahla ateş ederek ağır yaraladı, ardından Rabin hastanede hayatını kaybetti. Acil bir kabine toplantısının ardından Şimon Peres, İsrail başbakanlığına atandı. Saldırgan Yigal Amir ise müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

    İzak Rabin'in cenazesine,ABD Başkanı Bill Clinton, Avustralya başbakanı Paul Keating, Mısır Başkanı Hüsnü Mübarek ve Kral Hüseyin gibi birçok dünya lideri katıldı.

    Cenaze töreni sırasında ABD Başkanı Bill yaptığı konuşmasını İbranice ''Hoşçakal, dostum'' - ''Shalom, Haver!'' diyerek bitirdi ve İzak Rabin’in naaşı Herzl Dağı’ndaki mezarlığa defnedildi.

    İzak Rabin’in ölümünün ardından , öldürüldüğü meydanın ismi Rabin Meydanı olarak değiştirildi. Ayrıca, İsrail’de birçok kamu binası ve sokağa da İzak Rabin’in adı verildi.

    KAYNAKÇA;

    WİKİPEDİA

    YENİAKİT.COM

    Ayrıntılar

    İzzettin Kassam

    (1982 -1935)

    Tam adı İzzeddin bin Abdülkadir bin Mustafa bin Yusuf bin Muhammed el-Kassam olan İzzeddin el Kasam, Filistin'in bağımsız bir İslam ülkesi olması için ilk harekete geçen din alimi ve vaizdir.

    HAYATI

    İzzeddin el Kasam,1882 yılında Suriye'nin Lazkiye ilinin Cebale köyünde doğmuştur. 14 yaşına kadar eğitimini babasından aldı.14 yaşında ise köyünden ayrılarak Kahire’de El Ezher Üniversitesi'ne gitti ve burada Müslüman Kardeşler grubuna katıldı. Buradaki eğitiminden sonra köyüne dönen El Kassam, köyünün camisinde imamlık yapmaya başladı. Vaazlarında İslâmî dirilişin ancak öze dönerek sağlanacağını, emperyalizmin en büyük düşman olduğunu dile getirdi. Kassam'ın ünü yaptığı vaazlarla tüm Suriye'ye yayılmaya başladı. Sadece vaazlarla yetinmeyen Kassam,1911'deİtalya'nın Trablus'u işgal etmesi üzerine Osmanlı birlikleriyle İtalyanlara karşı fiili olarak da savaştı.

    Daha sonra Osmanlı Ordusuna katılan İzzettin El Kassam, Şam'ınFransız işgalinden kurtarılması için mücadele etmeye ve halkı örgütlemeye başladı. Bu esnada El Kassam, Fransız askeri idaresi tarafından gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı.

    1922'de Suriye'yi terk etmek zorunda kalan Kassam, Filistin’de Hayfa kenti yakınlarında bir köye yerleşti. Filistin topraklarının Yahudi göçmenlerce işgal edilmesine şiddetle karşı çıktı. Hayfa'daki İslâmî bir okulda ders vermeye başladı ve Genç Müslümanlar Birliği'ne katıldı. Burada Filistin ulusal savaşına önderlik eden El Fetih'in fikir babası Hacı Emin El Hüseyni ile tanıştı. Ancak İzzettin el Kassam onun kavmiyetçi fikirlerini katılmamış ve bölgede İslami Birliğini savunmuştur. Yıllar sonra Hacı Emin ve El Kassam'ınfikri önderliğini yaptığı hareketler Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) ve HAMAS’a dönüşmüştür.

    CİHAD VE ŞEHADET

    Şeyh İzzeddin El Kassam, işgale karşı direnmek amacıyla küçük askeri birlikler kurdu ve Lübnan-Filistin sınırında gerilla savaşı başlattı.

    El Kassam'ın silahlı mücadelesi Filistin'de bir Yahudi devleti kurulmasını destekleyenİngiltere'yi rahatsız etti. 1935 yılında El Kassam, 500 İngiliz askeri tarafından kuşatılarak şehit edildi.

    İzzettin Kassam, 1935 yılında, beraberindeki bazı mücahitlerle birlikte silahlı eğitim için Cenin yakınlarındaki Ya'bed dağına çıktığı sırada, İngiliz işgalcilere casusluk yapan biri tarafından yeri ihbar edildi. Tam teçhizatlı 500 kişilik İngiliz işgalciler El Kassam ve arkadaşlarını karadan ve havadan muhasaraya aldılar. Bu kuşatma esnasında Şeyh Kassam'ın beraberinde sadece 14 mücahit bulunuyordu. İngilizler ile Kassam ve arkadaşların arasındaki çatışma şafağın sökmesinden önce başlayıp sabahın onuna kadar sürdü. 19 Kasım 1935 tarihinde meydana gelen bu çatışmada Şeyh İzzettin Kassam, Şeyh Yusuf Abdullah, Şeyh Ömer Hasan Sa'di ve Hanefi ismiyle tanınan Mısırlı bir mücahit şehit edilirken diğer mücahitler İngilizlere esir düştüler.

    MİRASI

    Başlattığı isyanın ölümünden sonra başarısız olmasına karşın İzzeddin el-Kassam, bir efsane haline gelmiştir. Cenazesi binlerce Filistinlinin katılımıyla hem İngilizlere hem de Yahudilere karşı devasa bir ulusal bütünlük gösterisine dönüşmüştür.

    HAMAS'ın saldırı timi olarak da bilinen İzzeddin el-Kassam Tugayları adını ondan almıştır. Ayrıca,HAMAS'ın kullandığı ve İsrail’e büyük korku yaşatan Kassam roketleri de adını İzzettin Kassam’dan almıştır.

    Ayrıntılar

    Kanuni Sultan Süleyman

    Kanuni Sultan Süleyman, 10. Osmanlı padişahıdır. Kanuni Sultan Süleyman kırk altı yıllık hükümdarlık yaparak Osmanlı tahtında en uzun süre kalan hükümdar olmuştur. Bu dönemde Osmanlı hakimiyeti doruk noktasına ulaşmış, bir taraftan fetihler yapılırken diğer yandan da kültür ve uygarlık alanında gelişmeler olmuştur. Osmanlı devleti hem doğuda hem de batıda ekonomik, siyasi ve askeri yönden güçlü bir duruma gelmiştir. Bu nedenle Avrupalılar Sultan Süleyman’ı Muhteşem Süleyman, biz ise yaptığı kanunlardan dolayı Kanuni unvanıyla tanırız.
    Kanûnî Sultan Süleyman, 27 Nisan 1495 tarihinde Trabzon’da doğdu. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Hatun’dur. Kanuni’nin 10 çocuğu olup, erkek çocukları İkinci Selim, Bayezid, Abdullah, Murad, Mehmed, Mahmud, Cihangir, Mustafa, kız çocukları ise Mihrimah Sultan, Raziye Sultan’dır.

    Babası Yavuz Sultan Selim tarafından küçük yaşlardan itibaren yetiştirilmeye başlanan Kanuni Sultan Süleyman Han, çok iyi bir tahsil gördü. Kanuni’nin çocukluk yılları babasının sancak beyi olduğu Trabzon'da geçti. İlk eğitimini annesinden ve babannesi Gülbahar Hatun’dan aldı. 7 yaşına gelince Trabzon’dan İstanbul’a dedesi Sultan 2. Bayezid’in yanına gönderildi. Kanuni Sultan Süleyman, tarih, fen, edebiyat ve din derslerinin yanı sıra, savaş teknikleri konusunda da öğrenim gördü. Evliya Çelebi'ye göre Trabzon'da iken sütkardeşi Kadı Ömer Efendi'nin oğlu Yahya ile (Beşiktaşlı Yahya Efendi) birlikte bir Rum'dan kuyumculuk öğrendi. Şehzadelik yıllarında iyi bir eğitim aldığı, Arapça ve Farsça bildiği anlaşılan Kanuni'nin Kefe sancak beyliği sebebiyle Tatar lehçesiyle de konuşabildiği belirtiliyor. Devlet tecrübesi edinmesi için sırası ile Şarki Karahisar, Bolu ve Kırım’da bulunan Kefe Sancakbeyliğine atandı.
    Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağırılan Şehzade Süleyman, babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul’da kalarak babasına vekâlet etti. Bu sırada Saruhan sancak beyliği görevinde bulundu. Babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine, 30 Eylül 1520 tarihinde yirmi beş yaşında Osmanlı tahtına geçti. Kendisinden başka erkek kardeşi olmadığı için tahta geçişi kolay ve çatışmasız oldu. Çok ciddi ve kendinden emin bir padişah olan Kanûnî Sultan Süleyman, azim ve irade sahibiydi. Yapacağı işlerde hiç acele etmez, kapsamlı düşünür ve verdiği emirden asla geri dönmezdi. İş başına getireceği adamlara, kabiliyet derecelerine göre görev verirdi. Kanuni, günümüzde Macaristan sınırları içerisinde bulunan Zigetvar Kalesi kuşatmasını komuta ederken, 7 Eylül 1566 yılında yetmiş bir yaşında vefat etti.

    Babasının yaptığı yeniliklerle sağlam temeller üzerinde duran bir devletin başına geçen Kanuni, iç bunalımlarla çok fazla uğraşmadan batı dünyasını inceleme ve Osmanlı’yı gözlemlerine dayanarak geliştirme fırsatı buldu.

    Kendisine “Kanûnî” denmesi, yeni kanunlar icad etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanûnî Sultan Süleyman, adaleti seven bir padişahtı. Mısır’dan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır Valisini değiştirmesi bunun meşhur bir kanıtıdır.
    Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır’ın fethedilmesinin ardından, Şam Valisi olarak atanan Canbirdi Gazali’nin çıkardığı ayaklanmaile başlayan isyanlarının tamamını kontrol altına almayı başardı.

    Macaristan’a hakim olmak isteyen Avrupa’nın en güçlü devleti Roma Germen İmparatoru Şarlken’e güvenen Macar Kralı 2. Luinin kendisine gönderilen Osmanlı elçilerini öldürmesi üzerine harekete geçen Kanuni; Belgradı hem karadan ve hem de Tuna nehrinden kuşatarak fethetti. Bundan sonra Belgrad, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan en büyük kapısı oldu.

    Kanuni döneminde, Belgrad’ın ardından Akdeniz’de stratejik bir konumu olan Rodos da fethedildi. 29 Ağustos 1526'da Mohaç ovasında Macarlar'ı kısa sürede yendi. Macar kralının hayatını kaybettiği meydan savaşı Macar Krallığı'nın bir anlamda sonunu getirdi. Ardından Budin'e hareket eden Kanuni Sultan Süleyman, 11 Eylül'de hiçbir mukavemetle karşılaşmadan şehre girdi. 1529'da 17 gün süren 1. Viyana kuşatmasını kötü hava şartları ve şehrin elde tutulamayacağını düşündüğü için kaldırdı.

    Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık saltanatı döneminde gerçekleştirdiği fetihleri şu şekilde sıralanabilir:
    Belgrad Fethi
    Rodos Fethi
    Mohaç Savaşı
    Cezayir’in Katılışı
    Trablusgarb Alınışı
    Cerbe Savaşı
    Zigetvar Kalesi
    Preveze Zaferi
    Kanuni den bahsederken özel başlık açılması gereken yerlerden biri olan Kudüs, Yavuz Sultan Selim döneminde fethedilmiştir ve Osmanlı 400 yıl Kudüs’e hakim olmuştur. 1520 yılında Osmanlı tahtına geçen Kanuni Sultan Süleyman, Kudüs için birçok hizmette bulundu. Şehrin surlarını yenilendi, kalesi restore edildi. Çok sayıda çeşme ile Kubbetü’s Sahra’nın yer döşemesini yaptırdı, Mescid-i Aksa’nın Surlarını ve Kapılarını restore ettirdi, Silsile kubbesinin fayanslarını yenilettirdi. Bab-ı Zehebi kapısını kapattırdı. Kudüs’ün su ihtiyacını gidermek için Beytullahim’de bulunan su havuzlarının ve kanallarının onarımını yaptırdı. Kanuninin eşi Hürrem Sultan adına da Hürrem Sultan Tekkesini inşa ettirdi. Bu tekkeden çok sayıda fakirin yemek ve ihtiyaçları karşılanıyordu.

    Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’e bir başka anlamlı hizmeti ve hediyesi de, Kudüs’teki Yafa Kapısının üzerine hem İslamiyet, hem hristiyanlık, hem de yahudilikte önem atfedilen Hz. İbrahim’i merkeze alan “Lâ ilâhe illallah, İbrahim halîlullah” kitabesini yazdırtmasıdır..

    Allah ondan razı olsun.

    Referanslar
    www.biyografi.info: https://www.biyografi.info/kisi/kanuni-sultan-suleyman

    Topbaş, O. N. www.islamveihsan.com. http://www.islamveihsan.com/kanuni-sultan-suleyman-kimdir.html

    www.tarihyolu.com https://www.tarihyolu.com/kanuni-sultan-suleyman-donemi/

    www.fikriyat.com. https://www.fikriyat.com/tarih/2018/09/07/demir-kusakli-cihangir-kanuni-sultan-suleymanin-olumu-neden-gizlendi

    www.kanunisultansuleyman https://www.kanunisultansuleyman.gen.tr/kanuni-sultan-suleymanin-fetihleri.html

    www.mirasimiz.org.tr https://mirasimiz.org.tr/sayfa/Kudus-Tarihi/24

    Ayrıntılar

    Kazım El Hüseyni

    (1853-1934)

    Musa Kazım (Paşa) el-Hüseyni (1853-1934) Osmanlı yönetiminde üst düzey görevlerde bulundu. Filistin’in önde gelen el-Hüseyni ailesinden olan Musa Kazım1918-1920 yılları arasında Kudüs Belediye başkanlığı yaptı.. İngiliz makamları tarafından Belediye Başkanlığı görevinden alındı ve 1922'den 1934'e kadar Filistin Arap Kongresi'nin Milliyetçi Yürütme Komitesinin başkanlığı görevini yürüttü.1934 yılında İngiliz karşıtı bir gösteri sırasında İngiliz manda yönetimi askerleri tarafından şehit edildi.

    OSMANLI KARİYERİ

    1853 yılında Kudüs'te doğan Musa Kazım, çocuk yaşında İstanbul'a eğitim amacıyla gönderildi ve Mekteb-i Mülkiye’yi büyük başarı göstererek üçüncü olarak bitirdi. İlk olarak sağlık bakanlığında görev yapan Musa Kazımbaşarılarından dolayıPaşa unvanını aldı. Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde belediye başkanlığı ve valilik yaptı.Bu bölgeler; Safed (İsrail), Akkar (Lübnan), Irbid (Ürdün), Asir(Yemen), Necd (Arabistan)), Hauran (Suriye) idi. En yüksek görevi Irak'ın El-Muntafaq bölgesinin Valiliğiydi.. 1905'te Yafa Valiliği yaptı.

    Vekalet kariyer

    1917 yılının Aralık ayında İngilizler Filistin topraklarını işgal etti.1918'de Kudüs'ün İngiliz askeri Valisi Ronald Storrs, Musa Kazım'ı şehrin Belediye Başkanı olarak atadı. Kardeşi Hüseyin el-Hüseyni, 1910-1917 yılları arasında belediye başkanlığı yaptı ve şehrin İngilizlere teslim edilmesinden kısa bir süre sonra öldü. Akıcı İngilizce konuşan Musa Kazım Kudüs askeri ValisiStorrs ile Filistin halkının taleplerini daha rahat iletebiliyordu.

    Kasım 1918'de ilk kez İngiliz politikasına karşı halka açık bir gösteri düzenledi. Niyeti Balfour Deklarasyonunun yıldönümünü kutlayan Yahudi kutlamaları üzerine karşı gösteriler sırasında ayaklanmaların ardından iki Arap’ın hapsedilmesini protesto etmekti.

    1920 yılı Hristiyanların Paskalya kutlamaları sırasında, Musa Kazım, Yafa kapısının yanındaArap milliyetçilerinin de yoğun katılım gösterdiği bir gösteri düzenledi. Bu gösteri sonrasında İngiliz manda yönetimi askerleri ile çıkan çatışmalarda ölenler de oldu. İngilizler, sorumlu olduklarını düşündüklerini cezalandırmak için askeri mahkemeler kurdular. Hacı Âmin El-Hüseyni ve Arif el-Arif on yıl ağır işlerde çalışma cezalarına gıyaben mahkûm edildi. Musa Kazım kısa bir süre Akra Cezaevi'nde tutuklu kaldı.

    İngiliz manda yönetimine karşı Filistinli ayaklanmaların ardından Manda Yönetimi Valisi Storrs, 1918’den itibaren Kudüs Belediye Başkalığı yapan Musa Kazım'ı görevden aldı.

    14 Aralık 1920 tarihinde Hayfa’da yapılan milliyetçi 3. Filistin Arap Kongresi'nde yürütme Komitesinin Başkanı seçildi ve1930 yılına kadar on yıl boyunca Filistin'deki İngiliz politikasına sert şekilde muhalefet etti..

    4 Mayıs 1921'de düzenlenen Kongre, Musa Kazım liderliğindeki bir heyetin Londra'ya gönderilmesine karar verdi. Kongreden önce Musa Kazım, yürütme Komitesinin görüşlerini yeni İngiliz sömürge Sekreteri Winston Churchill'e, önce Kahire'de ve daha sonra Kudüs'te sunmaya çalışmıştı. Komite her iki durumda da reddedildi. Heyetin ayrılmasından önce Musa Kazım, Yafa ayaklanmalarının halka açık bir kınamasını yayınladı. Heyet, Cenevre'deki Papa ve Milletler Cemiyeti'nden diplomatlarla toplantılar düzenledi. Filistin heyeti daha sonra Londra'da Winston Churchill ile üç toplantı düzenledi ve burada Filistin heyeti, Balfour Deklarasyonunun yeniden gözden geçirilmesi, Yahudi Ulusal İskânpolitikasının iptali, Yahudi göçünün sona ermesi ve Filistin'in komşularından kopmaması gerektiği çağrısında bulundular. Tüm talepleri reddedildi, ancak bazı muhafazakâr Parlamento üyeleri Filistinlileri destekledi.

    1922'de Musa Kazım, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'deki Yunan ordusuna karşı kazandığı zaferlerin ardından Sevr Antlaşması'nın yeniden müzakere edileceği Ankara'ya ve daha sonra Lozan'a bir heyet gönderdi. Filistin Heyeti, Atatürk'ün desteğiyle Balfour Deklarasyonunun antlaşmadan çıkarılmasını umuyordu. Türk yetkililerden gelen destek açıklamalarına rağmen, Fransız ve İngiliz görevlerine ilişkin hükümler son antlaşmada değişmeden kaldı.

    6 Haziran 1923 tarihli Kongre, bir yıl sonra üçüncü bir delegasyonun yanı sıra Londra'ya başka bir heyet göndermeyi kabul etti. Hiçbir şey başaramamasına rağmen, Ağustos 1925'te geri döndüklerinde Musa Kazım, 5.Kongre'ye delegeleri İngiliz politikasına karşı kampanyalarında kısıtlanmaya ikna etmeyi başardı ve sonuçların hala diplomasi yoluyla elde edilebileceğini savundu.

    1928 Kongresinde bir kez daha Başkan seçildi ve birleşik bir cephe oluşturmak için Ragib Nashashibi ile yakın çalıştı.

    Musa Kazım bu sefer Mart 1930'da Londra'ya Hacı ÂminHusseini, RagibNashashibi ve Yafalı Hristiyan bir iş adamı olan AlfredRochilebir kez daha gitti. Bu Görüşmelerden sonuç alınamayınca 1931 yılında yeni bir Siyonizm karşıtı bir kampanyaya öncülük etti.

    Musa Kazım, Yafa’da 27 Ekim 1933'te İngiliz polisitarafından dövülürken

    Ekim 1933'te Kudüs, Yafa, Hayfa ve Nablus'ta biri İngiliz polisi 30 kişinin ölümüne ve 200'den fazla kişinin yaralanmasına neden olan Filistinlilerin zorla göç ettirilmesine karşı gösteriler yapıldı. 27 Ekim 1933 tarihinde Yafa’daki yoğun gösteri ve çatışmalar esnasında İngiliz polisi tarafından ciddi şekilde darp edildi. Musa Kazım bu sırada aldığı darbelerin ve yaraların da etkisiyle yaklaşık 5 aylık sonra 27 Mart 1934'te 81 yaşında şehit oldu. Kudüs'teki cenazesine yoğun katılım oldu.

    (Musa Kazım Paşa’nın cenazesinden)

    KAYNAKÇA;

    Wikipedia

    Ayrıntılar

    Kral Herodes

    Milattan önce 73 yılında Güney Filistin’de doğup, milattan sonra 4 yılında Jericho’da ölmüş bir yahudi kralıdır. Babası, Filistin’i işgal eden Romalıları desteklemiş, M.Ö. 47 yılında Caesar tarafından ülkenin yöneticiliğine atanmıştır.
    Roma Senatosu, komutan Büyük Pompey’e, M.Ö. 67’de imparatorluğun doğu bölgelerindeki karmaşayı sona erdirmesi için olağanüstü yetkiler vermişti. Bugünkü Anadolu, Suriye ve Lübnan üzerine sefere çıkan Pompey, dört yıl sonra Filistin topraklarına ayak bastı. M.Ö. 63’te, Kudüs artık tamamen Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetindeydi.

    Bahsedildiği üzere, Hirodes’ un babası Filistin işgalini desteklemiş ve Romalıların güvendiği bir isim haline gelmiş, M.Ö. 40 yılında ise Hirodes 33 yaşında iken, babasının ardından Filistin’e genel vali olarak atanmıştır. Bu dönemde Kudüs’ü baştan başa imar eden Hirodes, diğer şehirlerin (Yafa, Hayfa, Kayserya) savunmalarını da güçlendirdi. Kudüs ve çevresi bu dönemde surlarla, duvarlarla, köprülerle ve su yollarıyla donatıldı. Hirodes, tüm bu adımları nedeniyle “büyük” sıfatıyla anılır.

    Kral Büyük Hirodes dönemindeki en dikkat çekici icraatlardan biri, Beyt-i Makdis’in adeta yeniden inşa edilircesine yenilenmesidir. M.Ö. 18 yılında resmen başlatılan genişletme ve imar çalışmaları, yaklaşık 80 yıl devam etti. Mescid-i Aksâ’nın Davut as zamanında belirlenen 144 dönümlük sahasının sınırları, Hirodes zamanında örülen duvarlarla belirgin hale gelmiştir. Hirodes’un yapılar bütününe yaptığı bu mimari müdahaleler, külliyeye özellikle Burak Duvarı (Ağlama Duvarı) tarafından bakıldığında bugün de görülebilmektedir. Aksâ’nın kuzey ve batı kapılarının çevresinde de bu dönemden kalma çok sayıda tarihî ilave bulunmaktadır.

    Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mabed Bâbilliler’in Kudüs’ü işgali sırasında (M.Ö. 587 ) neredeyse tamamen yıkılmış, M.Ö. 537-515 yılları arasında yeniden yapılmıştır. Mâbed, Kral Hirodes’in (Hérode) M.Ö. 20 yılında başlattığı çalışma ile eski ölçüleri daha da genişletilerek yeniden yaptırılmıştır.
    Yahudilerin “Ağlama Duvarı” dedikleri Burak Duvarı, Hirodes’in yaptırdığı mâbedin çevresini kuşatan duvarın bir kısmıdır ve Kudüs’ün doğu kesiminde, Kubbetü’s-Sahra’nın de bulunduğu Harem-i Şerif’in batı tarafında Tyropean vadisinin kayalık tabanı üzerinde yer alır.

    Matta İncili’nde, Beytülahm’de Îsâ doğduğunda, kahinlerin doğudan Kudüs’e gelip Kral Hirodes’e onun doğduğunu haber vermeleri üzerine kralın Beytülahm ve civarında iki yaşının altındaki bütün erkek çocukları öldürttüğü, ancak Îsâ’nın Meryem ve Yûsuf tarafından Mısır’a kaçırılarak kurtarıldığı anlatılır.

    Kaynakça
    1 https://www.gzt.com/kudus/zaman-tuneli

    2 Küçük, A. https://islamansiklopedisi.org.tr. https://islamansiklopedisi.org.tr/aglama-duvari adresinden alındı

    3 Tanyu, H. islamansiklopedisi.org.tr: https://islamansiklopedisi.org.tr/beytulahm adresinden alındı

    Ayrıntılar

    Kral Hüseyin

    Asıl adı Hüseyin ibn Talal olan ve Ürdün'ü 1953-1999 yılları arasında yöneten Ürdün eski Kralı Hüseyin, 1935 yılında Ürdün’ün başkenti Amman’da doğdu.
    Babası Kral Talal’ın (Talal bin Abdullah) 1952 yılında akıl sağlığını kaybetmesi nedeniyle, Hüseyin ibn Talal, 2 Mayıs 1953 tarihinde 18 yaşında Ürdün’ün yeni kralı olmuş ve Kral Hüseyin olarak anılmaya başlanmıştır. Kral Hüseyin dört evlilik yapmış olup, bu evliliklerden on bir çocuğu olmuştur. Bugünkü Ürdün Kralı olan Abdullah’ın annesi, Kral Hüseyin’in ilk eşi olan İngiliz asıllı Kraliçe Noor’dur.

    Kral Hüseyin’in, Prens Muhammed ve Prens El Hassan adında iki erkek ve Prenses Basma adında bir kız kardeşi vardır.

    İlköğrenimi Amman’da tamamlayan Kral Hüseyin, lise öğrenimini ise Mısır’da, zengin ve seçkin ailelerin çocuklarının gittiği, aralarında Edward Sait ve Ömer Şerif gibi tanınmış simaların da olduğu Victoria College’da tamamladı. Sonrasında, İngiltere’de I. Elizabeth döneminde 1571 yılında kurulan Harrow Okulu’na gitti. Askeri eğitimini ise İngiltere’de Royal Military Academy Sandherst Okulu’nda aldı.

    20 Temmuz 1951 tarihinde büyükbabası Kral Abdullah, Kudüs’te Cuma namazı sonrası Aksa Camii çıkışında, Ürdün’ün İsrail ile olan yakın ilişkisine tepki gösteren Filistinli bir terzi tarafından silahlı saldırıya uğrayarak öldürüldü.

    Suikast esnasında Hüseyin ibn Talal babası ile birlikte dedesine eşlik ediyordu. Müstakbel kral bu saldırıdan, seken bir kurşunun göğsüne taktığı madalyaya denk gelmesi sayesinde kurtuldu. Bu saldırıdan çok etkilenen Hüseyin'in babası Talal ise akıl sağlığını kaybetti ve meczup kral İstanbul'a yollanarak Ortaköy Şifa Yurdu'da tedavi altına alındı ve 1972 yılındaki ölümüne kadar 19 yıl İstanbul'da yaşadı. Dedesinin öldürülmesi ve babasının da akıl sağlığının yerinde olmaması nedeniyle, taht sırasında bir sonraki varis olan Hüseyin ibn Talal, 2 Mayıs 1953 yılında on sekiz yaşında tahta çıktı ve Kral Hüseyin olarak anılmaya başlandı.

    Siyasi Hayatı
    47 yıl iktidarda kalan Kral Hüseyin, dünya tarihinde en uzun iktidarda kalma rekortmenleri arasındadır. Kendi ülkesi için girişimci, arap dünyası için uzlaşmacı ve barışçıl bir lider imajı çizmiş olmasına rağmen, Kral Hüseyin'in Filistinliler için dedesi Abdullah ve dedesinin babası Şerif Hüseyin’den pek bir farkı olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Kral Hüseyin de halefleri gibi krallıklarını garantiye almak için İsraille iyi geçinmeye çalışıp, mazlum Filistinlilere ihanete devam etti.

    Kral Hüseyin, 1967 yılındaki 6 gün savaşlarında elinde tuttuğu Doğu Kudüs ve Batı Şeria’nın kontrolünü hiçbir direniş göstermeden İsrail’e teslim etti. Bu savaşta İsrail, Golan tepelerini ve Sina yarımadasını da ele geçirdi. İsrail askerleri, 1968 yılında hiçbir güçlükle karşılaşmadan Ürdün’ün Salt şehrine kadar geldiler. Askerleri bu şehirden çıkaran yine gönüllü Filistinli mücahitler oldu.

    Kral Hüseyin, ülkesinde çok sayıda Filistinli direniş ve gerilla örgütünün bulunmasından ve kendi toprakların üzerinden İsrail’e saldırılar gerçekleştirilmesinden rahatsızlık duyuyordu. Ayrıca, birçok gerilla örgütü, Ürdün yönetimini emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet ettiğini iddia etmeleri de bir başka rahatsızlık sebebi idi. Ürdün yönetimi kendisini, Filistin davasının hamisi ve Filistinlileri kontrolü altında tutan bir devlet olarak görmesi de Filistinli gerilla güçlerini rahatsız ediyordu.

    Taraflar arasındaki bu anlaşmazlıklar sonucunda, 7 Haziran 1970 tarihinde Ürdünlü askerlerin Filistinli gerillaları Ürdün’den tamamen sürmek istemesi üzerine çatışma çıktı. Özellikle George Habbaş'ın liderliğini yaptığı FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) gerillaları Ürdünle yoğun çatışmalara girdi.

    Çatışmalar giderek şiddetlendi;
    1 Eylül 1970’te Kral Hüseyin’e suikast teşebbüsü iddiası ile çatışmaların boyutu daha da arttı ve adeta savaş halini aldı. ABD ve İsrail ise bu süreçte Kral Hüseyin’e tam destek verdi ve Kral Hüseyin’in tahttan indirilmesine kesinlikle izin verilmeyeceği açıkladı. "Kara Eylül" adı verilen bu olaylar sonunda Filistinli gerillalar Ürdün topraklarından sürülerek Lübnan’a göçe zorlandılar.
    13 Temmuz 1971 tarihinde, Kral Hüseyin yönetimindeki Ürdün ordusu Filistinli gerillalara karşı yeni bir harekât başlattı. Bunun neticesinde 3000 kadar Filistinli sivil ve gerilla öldürüldü. Tıpkı Şerif Hüseyin’in yüzlerce Osmanlı askerinin şehit ederek eline müslüman kanı bulaştırması gibi torun Hüseyin de aynı ihaneti Filistinlilere yapmış oldu.

    1973 yılında İsrail Başbakanı Golda Meir, mossad ajanlarından aldığı suikast istihbaratını Kral Hüseyin’e iletip, Kral Hüseyin'in olası bir saldırıdan kurtulmasını sağlaması nedeniyle Yom Kipur savaşında Ürdün pasif kalmıştır.

    Filistinliler'e ilk ihanet
    1987 yılında başlayan Birinci İntifada devam ederken 1988 yılının Ağustos ayında İntifadanın kızıştığı, işgalci İsrail’in zor durumda kaldığı bir zaman diliminde, Kral Hüseyin Batı Şeria ile ilişkilerini kestiğini açıklayarak İntifada ile mücadelesini devam ettiren Filistinlileri zor durumda bıraktı.

    Kral Hüseyin, Batı Şeria'yla ilişkisini kesme amacının, Filistinlilerin kendi devletlerini kurmalarını sağlamak olduğunu savunuyordu. Oysa gerçek amaç, Filistinlileri maddi açıdan sahipsiz bırakmak ve intifada karşısında sıkışan İsrail yönetimini biraz rahatlatmaktı. Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) bu kararla ilgili: "Filistin'in kurtarılması için tek yol olan kutsal cihad yolunda bir ayaklanmanın başlatılması gerekiyordu, işte bu ayaklanma yahudilere boyun eğdirdi, onların güçlerini sarstı... İsrail bütün yolları denemesine ve konuyla ilgisi olan herkesin teklifini dinlemesine rağmen ayaklanmayı durdurmada başarılı olamadı. Tam bu esnada, Ürdün kralı, Batı Şeria'yla olan idari ve kanuni bağlarını kesme ve bu yeri asıl sahiplerine devretme kararı aldığını açıkladı. Bu karar neyi kastediyor? Filistin'i Filistinlilere mi devrediyor? İnsanı ilk bakışta hayrete düşüren böyle bir karar için biz deriz ki: Bu, dışı tatlı içi ise zehirden acı olan bir şeydir." açıklamasını yaptı.

    1994 yılında Ürdün ile İsrail arasında ABD’nin öncülüğünde barış antlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile İsrail’i Mısır’dan sonra tanıyan ikinci Arap devleti Ürdün oldu.

    Sonun sonu
    Ne yazıkki Şerif Hüseyin ile birlikte Ürdün’ü son 100 yıldır yönetenlerin, kendi istikbal ve çıkarları için milyonlarca Filistinlinin haklarını savunmadıkları görülmektedir. Şerif Hüseyin tahtını 1924 yılında Suudi Arabistan'ın şimdiki hâkimi olan Suudi hanedanının kurucusu İbn-i Suud'a terketti, önce Kıbrıs'a kaçtı, oradan Amman'a geçti ve 1931'de Amman’da öldü. Ölüm döşeğinde ‘‘Osmanlı'ya kılıç çekmemeliydim’’ dediği rivayet edildi....

    Şerif Hüseyin’in oğullarından Faysal, beş buçuk aylığına Suriye Kralı oldu, oradan kovulunca bu defa İngiliz desteğiyle Irak Kralı oldu. 1933 yılında İsviçre'de hastanede öldü. Irak’ta yerine kral olan oğlu Gazi'nin hükümdarlığı altı sene devam etti ve o da 1939 yılında bir otomobil kazasında can verdi. Gazi'nin oğlu İkinci Faysal ise 1958'deki darbede ailesiyle beraber Iraklılar tarafında linç edildi.

    Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Kral Abdullah 1951’e kadar 30 yıl Ürdün’ü yönetmiş, ardından, Kral Abdullah'ın torunu olan Kral Hüseyin Ürdün'ü 47 yıl boyunca yönettikten ve uzun süren kanser tedavisinin ardından 1999 yılında Amman’da vefat etmiştir.

    Kral Hüseyin ölümünden sonra ise halefi olarak oğlu Abdullah Ürdün’ün yeni kralı olmuştur.

    Ayrıntılar

    Kraliçe Sibylla

    KRALİÇE SİBYLLA (1160-1190)
    Sibylla, 1162-1174 yılları arasında Kudüs Krallığı’nı yöneten ve Frank asıllı soylu Anjou Hanedanı üyesi olan babası Kral I. Amalrik ve eşi Agnes Courtenaylı'nın en büyük kızı olarak 1160 yılında Kudüs'te doğdu. Ailesi onu, daha önce Kudüs Krallığını yöneten Kraliçe Melisende’nin kız kardeşi, Sibylla'nın büyük halası ve Beytanyalı Lazar Manastırı'nın başrahibesi olan Rahibe İoveta tarafından yetiştirip eğitilmesi için manastıra gönderdi.

    Babası I.Amalrik 1174'te, Sur Başpiskoposu Frederick de la Roche'u Batı Avrupa'ya Filistindeki Haçlılar için para ve asker desteği bulmak ve Prenses Sibylla’ya uygun yüksek soylu bir aile mensup eş adayı aramak maksadı ile gönderdi. Sibylla'nin erkek kardeşi veliaht Baudouin (IV.Baldwin) Kral I.Amalrik’in tek oğluydu. Baudouin çok küçük yaşta cüzzam hastalığına yakalandığından Prenses Sybylla'ya uygun bir asılzade eş bulup onu bir an önce evlendirmek, Kudüs Krallığı’nın geleceği için de büyük önem kazanmıştı. Başpiskopos Fredrick Fransa'da Sancerre'de yaşayan genç bir asil olan I. Stephen Sancerreli’yi Sybilla ile bir evlilik yapmaya ikna etti ve I. Stephen Sancerreli, böylece Prenses Syblla'nın nişanlısı olarak Kudüs'e geldi. Fakat hâla neden olduğu bilinmeyen bir nedenle I. Stephen Sancerreli bu evlilikten vazgeçip Fransa'ya geri döndü.

    Kardeşi IV. Baudouin'in hükümet dönemi
    1174'te Sibylla'nin babası I. Amalrik’nin ölümünün ardından Kudüs Kralı Sibylla'nin cüzzamlı kardeşi IV. Baudouin oldu. Tarih kitaplarında cüzzamlı kral olarak da geçen ve henüz 13 yaşında olan IV. Baudouin için önce Miles Plancyli ve sonra Trablusşam Kontu II. Raymond naiplik yaptılar. Sibylla'ya da annesi Agnes Courtenayli'nin taşıdığı asalet unvanı olan "Yafa ve Askelon Kontesi" ünvanı verildi ve bu ünvan zaman geçtikce Kudüs Kralı veliahtına verilen bir ünvana dönüştü. Prenses Sibylla, 1176 yılında Roma İmparatoru I. Frederick’in ve Fransa Kralı VII. Louis’in kuzeni olan William Longsfort (William Montferrat) ile evlendi. Ancak, William Montferrat, 1177’de sıtmadan (malaria) öldü. Kocası öldüğü sırada hamile olan Sibylla’nin oğlu V.Baudouin (V.Baldwin) 1177’de doğdu.

    Dul kalan Prenses Sibylla, kendilerini yüksek ve önemli devlet yönetimi mevkilerine çıkarmak hevesinde olan Haçlı ve batı Avrupalı asillerin ve hatta büyük maceralar peşinde koşup, böylece Kudüs Krallığını kontrol etmek hevesinde olan maceracılar için değerli bir ödül olarak görünmeye başladı ve onunla evlilik yapmak için birçok asilzade teklifte bulundu. Bunların başında Sibylla'ya birinci dereceden kuzen olan Philip Flandaralı gelmekteydi. Ancak "Haut Cour (Kudüs Yüksek Konseyi)" Ibelinli Baudouin başkanlığında toplanıp Philip Flandaralı'nın bu evlenme taleplerini kabul etmedi. Sibylla, bu nedenle 1180'e kadar dul kalıp yeniden evlenmedi.

    Oğlu V. Baudouin'in hükümet dönemi
    Kudüs Kralı olan Prenses Sibylla'nın cüzzamlı kardeşi IV.Baudouin 1185 ilkbaharında ölünce, hanedan varisi olarak Sibylla'nın Kudüs Krallığı Kraliçesi olması gerekiyordu. Fakat bu gerçekleşmedi ve Sibylla'nın 8 yaşındaki oğlu V. Baudouin adıyla Kudüs Krallığı tahtına oturtuldu. Raymond taht naibi olarak göreve başladı ve yeni kralın büyük dayısı olan Edessa Kontu III. Joscelin genç V.Baudouin'e veli olarak atandı. V.Baudouin'in büyükbabası Markız V. Guiliemo Monteferratlı da Kudüs‘e gelerek torununa destek olmaya başladı. Fakat genç Kral V.Baudouin 1186’da hastalandı ve 1186 yılının yazında Akka'da öldü. Önceki Kral IV. Baudouin, öldüğü zaman bir vasiyetname bırakmıştı. Bu vasiyetnamede krallığı yönetmek için bir taht naibi seçilmesini ve bu naibin İngiltere, Fransa ve Almanya'da bulunan V. Baudouin'in yakın akrabalarının Filistin'e gelmesine kadar krallığı idare etmesini istemişti. Fakat ne Sibylla ne üvey kardeşi İseballa, ne de bunları etrafındakiler bu vasiyetnamenin şartlarını kabul etmemişlerdi.

    Akka'da ölen genç V.Baudouin'in velisi olan Joscelin ve büyükbabası olan Markız Gugliemo, kralın cesedini Kudüs'e getirdiler. Kudüs'deki cenaze törenleri esnasında karışıklık çıkmaması için sıkı emniyet tedbirleri alındı ve iyi silahlahlanmış Haçlı askerleri cenaze töreninin güvenliğini sağladı.

    Sibylla için, oğlu V.Bauoduin’in defni sonrasında, Kudüs'te Kudüs Patriği Eraclius tarafından Kudüs Krallığı hükümdar kraliçesi olarak taç giyme töreni yapıldı. Raymond Chatillonlu bir beyanname yayınlayarak Sibyllla'nın "en belli ve açık meşru haklarla haklı ve meşru olarak krallığı kalıtsal olarak aldığını" ilan edip, yeni kraliçeyi Haçlıların da tanıması gerektiğini bildirdi.

    Kraliçe Sibylla tahta geçişinden kısa bir süre sonra herkesin siyasi bakımdan kendine uygun ve Avrupalılara da yakın bir eş adayı olarak gördükleri Guy Lüzinyalı ile evlendi. Evlilikten hemen sonra Kraliçe Sibylla kocası Guy Lüzinyali'yi kral olarak kabul ettiğini ilan edilip ona bir dinsel taç göyme töreni tertip edilmesini sağladı. Guy evliliği yoluyla Kudüs Kralı olmasına rağmen, meşru hükümdarlık hakkının kalıtsal olarak Sibylla'ya ait olduğunu da kabul ediyordu.

    Sibylla'nin kralice olarak hükümet dönemi

    Fakat, 1186 yılında Kraliçe Sibylla, eşi Guy'e tacı devredip Lüzinyanlı Guy'ı Kudüs Krallığı Kralı ilan etti. 1187 yılında Selahaddin Eyyubiyle yapılan Hıttin savaşı sonucunda Kudüs müslümanlar tarafından fethedildi ve Kral Guy Lüzinyalı da esir alındı. Kraliçe Sibylla böylece Akka'ya çekilmek zorunda kaldı ve Kudüs Krallığı başkentini de Akka’ya taşıdı.


    Ölümü

    Guy Lüzinyalı 1188'e kadar Şam'da tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Selahaddin Eyyubi’nin Kral Guy’ı serbest bırakmasının ana nedeni, çok yetenekli yönetici olarak değerlendirilmeyen Guy serbest bırakılmazsa, belki de Guy’dan daha yetenekli olabilecek haçlı yöneticilerin yayılmacı ve saldırgan faaliyetleriyle müslümanlara zarar verilebileceğinin görülmüş olmasıydı.


    Guy Lüzinyali Ağustos 1189'da başlangıçta 3000 kişilik bir ordu ile Eyyubiler elinde olan Akka kalesini kuşattı. Bu kuşatmanın ana amacı Müslümanların elindeki Akka kalesini fethederek Kudüs Krallığı’nın başkentini Avrupa’dan yeni haçlı orduları gelene kadar geçici olarak Akka yapmaktı. Guy komutasındaki Haçlı ordusu Avrupa'dan gelen takviye Haçlılar orduları ile birleşerek zaman içerisinde 20.000 kişiye kadar ulaştı ve Akka Kalesi 2 yıl kuşatma altında tutuldu

    Akka kuşatmasının ilk yılında 1190 yılının yaz aylarında Haçlı ordusu içinde büyük bir salgın hastalık çıktı. Bu salgın sırasında önce Sibylla'nın iki genç kızı öldü ve birkaç gün sonra, 25 Temmuz 1190 tarihinde Kraliçe Sibylla da bu salgın hastalığa yakalanarak öldü.

    Haçlı orduları tarafından iki yıl kuşatma altında tutulan Akka kalesi, ancak Fransa'dan Fransa Kralı II.Filip ve İngiltrere'den Kral Aslan Yürekli Richard'ın Haçlı orduları tarafından Temmuz 1191’de Haçlıların eline geçti.

    Sibylla’dan sonra Kudüs Krallığı tahtı için meşru varisi baba-bir üvey kız kardeşi olan I. Isabella idi. Isabella tahta geçer geçmez daha önce Humphrey Toronlu ile yapmış olduğu evlilik zorla iptal edildi ve Kondrad Montferratlı'ya krallık unvanı verilmesi için onunla evlilik yapmaya zorlandı. Fakat karısı ölmesine rağmen Guy Luziyanlı Kudüs Kralı unvanını bırakmayı kabul etmedi ve ancak 1192'de Avrupa'dan gelen Haçlı orduları Kudüs Krallığı için yeni bir kral seçmiş, böylece Guy Luziyanlı da Kudüs Kralı unvanını bırakmak zorunda kalmıştır.


    KAYNAKÇA :

    https://www.historyanswers.co.uk/kings-queens/crusader-queen-sibylla-of-jerusalem-sacrificed-the-holy-city-for-love/

    https://en.wikipedia.org/wiki/Sibylla,_Queen_of_Jerusalem

    https://whatit.info/tr/wiki/Sibylla_(Kud%C3%BCs)

    Ayrıntılar

    Marmaduke William Pickthall

    Kuran-ı Kerim’i ilk kez İngilizceye çeviren yazardır.
    William Pickthall, 1875 yılında Londra’da doğdu ve Chillesford’da bir rahip olan babasının yanında kilise ortamında yetişti; klasik edebiyat, astronomi ve tabiat bilgisi okudu. Babasının ölümü üzerine ailesi Londra’ya taşınınca, Londra’da Winston Churcill’in de mezunlarından olduğu Harrow School’da öğrenime başladı. 1890’da okulu terk ederek Fransızcasını ilerletmek amacıyla Fransa’ya gitti. İki yıl sonra İngiltere’ye döndü ve yatılı bir okulda öğrenim gördü. 1894’te Akdeniz konsolosluk servisinde açılan memuriyet sınavını kazanamayınca doğu dilleri öğrenmek ve dış işlerine girebilmek için Kudüs’e gitti.

    Ortadoğu’da geçirdiği iki yıl onun hayata bakışını tamamıyla değiştirdi. Orada Arap topraklarını ve Osmanlı sisteminin son zamanlarını görme fırsatı buldu ve bundan çok etkilendi. Batılı ilim ve din adamlarıyla olduğu kadar Arap ve Türk aydınlarıyla da dostluk kurdu. 1896’da İngiltere’ye döndü, burada evlenip eşiyle birlikte Paris’e ve Cenevre’ye gitti. Daha sonra oturmayı tercih ettiği Oxford yakınlarındaki Holton köyünde 1898’de yayımlanan ilk hikâyesini, Ortadoğu konulu “The Word of An Englishman”’i yazdı.

    Fakat, ona asıl ününü 1903 yılında yazdığı “Said the Fisherman” adlı romanı kazandırdı. Bu roman dönemin yazar ve eleştirmenleri tarafından övüldü; günümüze kadar İngiltere ve Amerika’da birçok baskısı yapıldı.

    1907 yılında Mısır’a gitti. 1908 yılında eşiyle üçüncü Ortadoğu gezisine çıktı. Aynı yıl İstanbul’da Meşrutiyet’in ilân edilmesini umutla karşıladı ve Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakına büyük tepki gösterdi. Batılılar’ın saldırılarını gittikçe arttırdıkları bir dönemde Osmanlı Devleti’nin ve Türklerin en büyük savunucularından biri oldu.
    1909’da İngiltere’ye dönerek altı yıl boyunca Sussex yakınlarındaki Buxted köyünde tabiatla iç içe yaşadı;
    roman, hikâye ve siyasî makalelerinin yayımıyla ilgilendi; zaman zaman da Londra’ya gidip Osmanlı yanlısı İngiliz siyaset adamlarıyla toplantılara katıldı. Balkan savaşı sırasında batıda oluşan haçlı ittifakına karşı 1913 yılında “The Black cCrusade”’i önce tefrika halinde, ardından kitap olarak yayımladı. Aynı yıl İstanbul’a gitti ve altı ay kadar Erenköy’de kaldı. Kıyasıya bir mücadele içinde olan ittihatçı ve itilâfçı aydınlarla görüştü ve kendini ittihatçılara daha yakın buldu.

    Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesine çok üzüldü ve İngiltere’ye döndü. Londra’da Ocak 1914’te kurulan Anglo-Ottoman Society’nin aktif üyesi olan Pickthall, I.Dünya Savaşı boyunca Türk dostu İngilizler ve Hindistanlı Müslümanlarla birlikte Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önlemeye yönelik siyasî çalışmalara katıldı. 1915’teki ermeni katliamı iddialarına karşı çıkarak o sırada ermeni yanlısı yazılar yayımlayan Arnold Toynbee’yi eleştirdi. Bu arada başvurduğu Kahire’deki Arap bürosundaki bir işe Türk dostu olduğu için uygun görülmedi ve onun yerine Arabistanlı Lawrence olarak da bilinen T.E. Lawrence gönderildi.(Belki de bu durum, Kudüs’ün ve Ortadoğu’nun geleceği için önemli bir dönüm noktası oldu).

    1916’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yürütülen Osmanlı topraklarını paylaşma görüşmeleri sırasında Türkiye için diplomatik girişimde bulunduysa da Sykes-Picot antlaşmalarının baş mimarı Sir Mark Sykes’ın sert tepkisiyle karşılaştı. 29 Kasım 1917 tarihinde yaptığı bir konuşmada Müslüman olduğunu açıkladı ve Muhammed ismini aldı. Çeşitli konferanslarında Türklerle ayrı bir barış yapılması görüşünü dile getirdi, fakat bu girişimleri ermeniler ve siyonistlerce engellendi. O sırada İngiltere’ye gelmiş olan siyonistlerin lideri Chaim Weizmann, onun Türk yanlısı faaliyetlerinin durdurulması için İngiliz Savaş Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulundu.

    Baskılar neticesinde Pickthall savaşın sonuna doğru kırk üç yaşında askere alındı ve 1919’da terhis edildi. Bir süre Londra yakınlarındaki Woking Camii’nde imamlık yaptı.
    1929 yılı sonunda tamamladığı ve bir İngiliz tarafından yapılan ilk İngilizce Kur’an tercümesi olan The Meaning of the Glorious Koran’ı (New York 1930) Ezher Ulemâsına inceletmek amacıyla birkaç aylığına Kahire’ye gitti. İngiltere’ye dönmeden önce Haydarâbâd nizamının oğlu ile sürgündeki Osmanlı Hânedanından halife Abdülmecid Efendi’nin kızının evlenmesine vesile oldu. 1935’te, gidişinden on beş yıl sonra nizamın hizmetinden emekliye ayrılarak ülkesine döndü. 19 Mayıs 1936 tarihinde Londra’da vefat etti.

    Pickthall’in düşüncelerinde iki faktör; din ve tabiat sevgisi önemli yer tutar. Bu sebeple Ortadoğu’ya gittiğinde önce dinleri karşılaştırmış, tabiata ve insana en uygun din olarak gördüğü İslâm’ı kendine daha yakın hissetmiştir. Sanayi devriminin çevreye ve insana yaptığı olumsuz etkiler üzerinde ilk duran odur. İslâm düşüncesinde kadın hakları, kölelik, çok evlilik, kadercilik gibi konularda savunmacı bir yaklaşım sergiler. Müslüman olduktan sonra siyasî görüşlerinde köklü bir değişiklik meydana gelmemiştir. Çünkü kendisinin yakınlık duyduğu İngiliz muhafazakâr kanadı esasen Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünden yanaydı; o da müslüman olduktan sonra bu bütünlüğe müslümanların birliği açısından daha fazla önem vermiştir.

    Kaynakça:

    a. fremantle, loyal enemy, london 1938; “pickthall, marmaduke”, twentieth century authors (ed. stanley j. kunitz - h. haycraft), new york 1950, s. 1104-1105; p. clark, marmaduke pickthall: british muslim, london 1986; a.mlf., “the translator novelist”, afkar ınquiry, ııı/5, london 1986, s. 57-58; a.mlf., “pickthall’s busy years: 1931-32”, ıc, lxxııı/4 (1999), s. 45-62; kemal kahraman, muhammed m. pickthall, istanbul 1994; e. e. speight, “marmaduke pickthall”, ıc, x (1936), s. ııı-vı; f. krenkow, “a great english muslim”, a.e., xı/1 (1937), s. 138-143; “loyal enemy (book review)”, a.e., xııı/2 (1939), s. 250-255;

    kemaleddin yiğiter, “ingiliz yazarı marmaduke pickthall’ın türk-ermeni münasebetleri hakkındaki eserleri üzerine düşünceler”, tk, xvı/186 (1978), s. 40-49; c. e. bosworth, “pickthall”, eı² (ing.), vııı, 305-306; murtazâ kerîmî niyâ, “pîktâl, muhammed marmâdûk vîlyâm”, dânişnâme-i cihân-ı islâm, tahran 1379/ 2000, v, 970-972; shahabuddin ansari, “pickthall muhammad marmaduke: first muslim english translator of the qur’ân”, encyclopaedia of the holy qur’an (ed. n. k. singh - a. r. agwan), new delhi 2000, ıv, 1036-1038.

    Ayrıntılar

    Menachem Begin

    MENACHEM BEGIN (1913-1992)
    Menachem Begin,1913 yılında Beyaz Rusya’da doğdu. Babası o bölgedeki yahudi cemaatinin önde gelenlerindendi. Begin, daha 16 yaşındayken radikal siyonist gençlik hareket olarak bilinen “Betar” adlı örgüte katıldı. Polonya’da Varşova Üniversitesinde hukuk fakültesine giderken aynı zamanda fakültede “Betar” örgütünün de önderi oldu.
    1935 yılında da tüm Polonya çapındaki Betar örgütünün liderliğine yükseldi. 1939 yılında Almanya’nın Polonya’yı işgali döneminde, kendisi ve kız kardeşi Alman ordusundan kaçarken, annesi, babası, erkek kardeşi almanların işgal döneminde Polonya’da oluşturdukları yüzlerce toplama kamplarından birinde hapsedilmiş ve ardından ölmüşlerdir.

    Bu dönemde, Litvanya’nın Vilna şehrine kaçan Begin, bu sefer de doğudan gelen Sovyet askerleri tarafından tutuklandı ve 8 yıl zorunlu çalıştırılma cezası verilip Sibirya’ya gönderildi.

    Almanların, Sovyetler ile olan çatışmasızlık anlaşmasını bozması ve Sovyet topraklarına doğru ilerlemeye başlaması sonrasında, Almanlarla mücadele gücü ve organizasyon kabiliyeti olan kişileri serbest bırakması politikası çerçevesinde 1941 yılında serbest bırakılınca Polonya’ya geri dönüp, general Wdylaslaw Anders komutasındaki birliklere yazıldı.

    Ardından, 1942 yılı mayıs ayında Filistin’e göç etti ve Almanların kendilerine yaptığı zulmün benzerini Filistinli müslümanlara yapmak, bir nevi Polonya’da Almanların kendilerine yaptığı zulümlerin belki de öcünü ve hıncını başkalarından alarak acılarını dindirmek için, bu sefer, masum Filistinli müslümanlara zulmetmek, onları katletmek ve yurtlarından sürüp çıkararak, onların terk ettiği yerleri gasp etmek için kendi gibi düşünen militanlarla birlikte çalışmalarını hızlandırdılar.
    Menachem Begin, Filistin’e geldikten sonra bir taraftan bölgede kurulan İngiliz manda yönetime karşı, diğer taraftan yerleşik Filisitinli müslümanlara karşı gerilla tarzı saldırılar düzenleyen yahudi yeraltı örgütü “Irgun Zwai Leumi”ye katıldı. 1943 yılında 10 bin kişilik bu kanlı örgütün liderliği kadar yükselen ve bombalı terör saldırılarıyla müslüman filistinliler, ingilizler ve şiddet kullanmayı benimsemeyen yahudi “Haganah” örgütüne de zarar vererek, bütün tepkileri üzerine çekti. Irgun Örgütü, 22 Temmuz 1946 tarihinde en ses getiren saldırısını yapmıştır. Irgun, Kudüs’teki King David Otelini bombalanmış ve çoğunluğu İngiliz ve otelde çalışan müslüman filistinliler olmak üzere 91 kişi ölmüştür. Hatta, ingiliz manda yönetimi Begin’in başına “1 numaralı terrorist” suçlamasıyla 2 bin sterlin ödül koydu.

    İsrail devletinin 1948’de kurulmasının ardından, Begin’in lideri olduğu Irgun örgütü mensupları da silahlarıyla birlikte yeni kurulan resmi İsrail ordusuna katılmıştır.
    Menachem Begin, Irgun paramiliter (yarı askeri) yapıdaki terör eylemlerini benimseyen vahşi örgütünü dağıtmasının ardından, günümüzdeki sağcı Likud partisinin temelini oluşturan Herut(Özgürlük) partisini kurmuş, 1948-1977 yılları arasında partinin genel başkanlığını yapmıştır. Sonrasında ise parti Likud adıyla yola devam etmiştir. 1949’dan itibaren 1983 yılına kadar milletvekilliği de yapan Begin’in İsrail siyaset tarihinde önemli bir yeri olmuştur.

    Menachem Begin, İsrail halkının anavatanı olarak Akdeniz’den Ürdün’e kadar olan toprakları gördüğü ve Arz-I Mev’ud ideolojisine sıkı bağlı olması nedeniyle de, Filistin topraklarında bağımsız bir Filistin devleti kurulmasına, ayrıca, BM Güvenlik Konseyi’nin Doğu Kudüs’ün İsrail’in işgali altında olduğuna dair 1967 yılında aldığı karara da karşı çıktı. Şeria Nehri’nin batısında da yahudi kolonileri yani yahudi yerleşim yerleri kurulmasını istemişti.

    1977 yılının Mayıs ayında İsrail genel seçimlerini kazanıp ilk defa başbakan olduktan sonra, Enver Sedat yönetimindeki Mısır ile yakınlaşmaya başladı. 1977 yılı Kasım ayında Enver Sedat Kudüs’te Begin ile görüşerek, İsrail başbakanıyla görüşen ilk arap lider oldu.

    ABD Başkanı Jimmy Carter’ın öncülüğünde İsrail ve Mısır arasında yapılan Camp David görüşmelerinde İsrail’in 1967 ve 1973 yıllarında işgal ettiği Sina yarımadasını Mısır’a bırakması, Mısır’ın da İsrail’i resmen tanımasının ardından, 1978 yılında Enver Sedat ile bir dönemin azılı teröristi olan ve yüzlerce insanın ölümünden doğrudan sorumlusu Menachem Begin Nobel Barış (!) ödülünü birlikte aldılar.

    1977 sonrasında Mısır ile anlaşıp, Mısır sınırlarını güvenlik altına alan Begin, diğer arap ülkelerine karşı ise ödünsüz ve sert politikasını sürdürdü, yani müslüman düşmanlığına hızını da artırarak devam etti.
    1981’de Irak-Tamuz Nükleer Santralini, ardından Lübnan’ın başkenti Beyrut’un bazı bölgelerini bombaladı, Suriye’ye ait olup, 1967’deki 6 Gün Savaşında işgal edilen Golan Tepelerinin ilhakını İsrail parlamentosunda resmen onaylattı. Ayrıca, Filistin’in işgal altındaki birçok yerinde yahudi yerleşim yerleri inşasını da bu dönemde daha da hızlandırdı. 1982 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün etkisiz hale getirilmesi amacıyla, o dönemde iç savaşın da yaşandığı Lübnan’a girdi. Bu işgal günlerinde, ayrıca insalık tarihinin en utanç verici katliamlarından biri olan Sabra ve Şatilla katliamları, dönemin İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron komutasındaki askerlerin, falanjist hristiyan gruplarla işbirliği yapması neticesinde yaşandı.

    1983 yılında aktif politikadan çekilen Begin, 1992 yılında Tel Aviv’de ölmüş ve mezarı Kudüs’te Zeytindağı’ndaki yahudi mezarlığındadır.

    https://www.biyografi.info/kisi/menahem-begin

    https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hafizalardan-silinmeyen-katliam-sabra-ve-satilla/1255941

    Ayrıntılar

    Moshe Dayan


    (1915-1981)

    Moşe Dayan 20 Mayıs 1915 yılında Kinneret gölü yakınlarındaki Dacanay Alef Kibbuttz’unda( İsrail'de tarıma dayalı ortaklaşa kullanılan yerleşim yerleri) dünyaya geldi. İbranice’de, ismi “Musa Hakim” anlamına gelir. 14 yaşına geldiğinde Yahudi yerleşim merkezlerini Arap saldırılarına karşı savunmayı hedefleyen bir yeraltı terör örgütü olan Hagana’ya katıldı.

    Moshe Dayan’ın askeri yaşamı 1937’de İngiliz subayı Yüzbaşı Orde Wingate’ten öğrendiği savaş yöntemleriyle özel gece bölüklerinde başlamıştır. Bu bölükler Filistin’de Müslüman gruplara karşı savaşan birlikler olmuş ve İsrail ordusunun önemli bir parçasını oluşturmuştur. 1936-1939 isyan süresince Galile ve “Jezreel Valley”de özel polis güçlerinde görev yaptı. 1939 yılında İngiliz askerlerine karşı örgütün yaptığı terör saldırıları sonucunda İngilizler’in Hagana’yı dağıtmasının ardından örügtün üst düzey yöneticilerinden olan Moshe Dayan yakalandı ve iki yıl hapse mahkum edildi. 1941 yılında tahliyesinin ardından ve Suriye’nin sözde bağımsızlaştırılmasını sağlayan askeri güçleri ile burada görev yaptı. Lübnan ile yapılan bir çatışma esnasında yaralandı ve sağ gözünü kaybetti. Sağ gözünü kapatması için taktığı siyah koruyucu zaman geçtikçe kendisini tanımlayan bir simge haline geldi. 1948 yılına kadar aktif olarak Hagana terör örgütüne destek verdi. Moshe Dayan Haganah örgütünün komandolarını Araplara karşı ve 1941’de Suriye’de bulunan Fransız kıtalarına karşı yönetti.

    1948’de albaylığa yükseldi. İsrail işgal savaşı sırasında Suriye sınırının Kudüs bölümünde komutanlık yaptı. Generalliğe yükseldi ve 1953 yılında genelkurmay başkanı oldu. Bu dönemde yeni İsrail kuvvetlerini örgütledi, 1956 yılında Mısır’a karş ıSina’da açılan savaşı yönetti. Dayan 1958 yılında askerliği bıraktı ve siyasete geçti. 1959-1963 arasında Tarım bakanlığı ), 1965 yılında siyasal parti yöneticiliği) ve 1967 yılında Savaş bakanlığı yaptı. İşçi Partisi içinde önemli rol oynadı. Başbakanlığa aday oldu ama Golda Meir’in kazanmasından sonra çekildi. Meir hükümetinin savunma bakanı oldu.

    2 Ekim 1973 yılında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat‘ın İsrail’e yaptığı beklenmedik saldırı ülkeye zarar verdi. Yom Kipur Savaşı olarak bilinen savaşın hazırlıksız yakalanılması karşı savunmayı da geciktirdi. 22 Ekim 1973’te ateşkes yapılmasına rağmen İsrail halkının güveni ciddi şekilde sarsılmıştı. Bu hazırlıksız yakalanışın sorumlusu olarak gözler Savunma Bakanı Moshe Dayan’a çevrildi ve halk kendisini suçlamaya devam etti. Katıldığı askeri bir cenaze töreninde yaslı ailelerin kendisini “oğullarımın katili” olarak tanımlaması üzerine 1974 yılında Golda Meir’e istifasını bildirdi. Moshe Dayan meydana gelen bu Yom Kipur Savaşı olaylarının ardından, yeni Başbakan olarak seçilen Likud Partisi Başkanı Menachem Begin’in kendisine ikinci bir şans vererek tekrar Dışişleri Bakanı olması teklifini, İşçi Partisi’ne karşı görüşlere sahip bir parti olmasına rağmen kabul etti. Daha sonra İşçi Partisi’nden ayrılarak Telem Partisi’ni kurdu. 1981 seçimlerinde partisi Telem, yalnızca iki sandalye kazandı.

    Dayan, Arap milletlerle sözde barış sağlamak amacıyla birçok görüşme yaptı. Moshe Dayan, ABD Başkanı ve arabulucu Jimmy Carter‘ın yardımlarıyla Mısırlılar ile önce Leeds Castle’da, daha sonra ise Camp David’de bir araya geldi. Görüşmelerin sonucunda 17 Eylül 1978’de Camp David Barış Antlaşması imzalandı. Yakalandığı kanser hastalığı sebebiyle 16 Ekim 1981 yılında vefat eden Moshe Dayan’ın mezarı İsrail’in güneyindeki Negev’dedir.

    İsrail arşivlerinde yüzden fazla Filistin camisinin yıkım emrini verdiğine dair belgeler bulunmaktadır. Belgelere göre, İsrail'in kurucularından General Moshe Dayan, kasıtlı olarak başlattığı geniş çaplı yıkım operasyonunda İmam Huseyin'in kesik başının bulunduğuna inanılan Meşhed Nebi Hüseyin Camii dahil olmak üzere onlarca caminin yıkım emrini bizzat verdi. Moshe Dayan İsrail'in, camilerini yıktığı bölgeleri kendi topraklarına katmayı amaçlamıştır.


    1946 Yılındaki Der-Yasin Katliamı: İsrail’in gerçekleştirdiği katliamların en bilineni olan bu katliam, İsrail’in kuruluşundan iki sene önce Der-Yasin’de gerçekleştirildi. 1946 senesinde, Filistin köyü Der-Yasin’e giren Moshe Dayan’ın liderliğindeki çete, uyumakta olan 576 Filistinli'yi, bomba ve otomatik silahlarla tarayarak öldürdü. İlerleyen yıllarda Moshe Dayan, İsrail Savunma Bakanı, çetenin en acımasız fertlerinden biri olan bayan Golde Meir ise İsrail Başbakanı oldu. Bu katliamdan sadece bir ay önce de, daha sonra başbakan olacak Menahem Begin’in başında olduğu bir başka çete, Kudüs’te İngiliz yönetiminin yerleşmiş olduğu ve dörtte üçü sivil halka açık olan yedi katlı lüks Kral Davud Oteli’ni 350 kilo TNT ile havaya uçurmuş, 91 kişinin ölmesine sebep olmuştu.

    Bugün İsrail¸ kan deryası üzerinde yükselen¸ kendini Orta doğu ve tüm dünyadan soyutlamış bir "Terör ve Soykırım Adası" olarak zorlama ve yapay tedbirlerle var olmaya çalışmaktadır. Filistin ise zalimlikte sınır tanımayan Siyonistler sayesinde koca bir kan gölüne ve ıssızlığa gömülmüş talihsiz bir kabristana dönüştürülmüş vaziyettedir. İsrail'in bildik zulüm ve katliamları Filistin topraklarını kana ve soykırıma boğmaya hâlâ devam etmektedir. Milyonlarca Filistinlinin hayatı ve geleceği¸ vahşet ve azgınlıkta sınır tanımayan İsrail'in eliyle mükerreren kararmaktadır. İslâm Dünyası'nın göbeğindeki bu zulüm odağı ve insanlık ayıbının temizlenmemesi¸ medenî dünyanın ve bu arada bütün Müslümanların sırtında duran ağır bir vebaldir. Filistin¸ ırkçı ve soykırımcı Siyonist tahakkümünden kurtarılmadığı müddetçe dünyanın kıyametlerinden birinin de Filistin ve Kudüs'te saklı olduğu unutulmamalıdır.

    Ortadoğu'da barış ve istikrarın sağlanmasının önündeki en büyük engelin "İsrail terörü" olduğunu¸ aslında bazı üst düzey İsrailli yetkililer de dolaylı anlamda kabul etmektedir. İsrail'in kurucusu ve ilk Başbakanı David Ben Gurion'un¸ 1967'deki "Altı Gün Savaşları" esnasında dönemin Savunma Bakanı Moshe Dayan'a söylediği şu sözler bunun en büyük delillerindendir: "Bu kadar kan döktüğümüz kum tanelerinin her birini elde tutabilmeyi çok arzu ederdim. Bu toprakları şimdiki sahiplerine iade etmek zorundayız; aksi takdirde biz Arap topraklarını işgale devam ettiğimiz sürece bizim kutsal topraklarımıza barış hiçbir zaman gelmeyecektir".

    Ayrıntılar

    Muaz Bin Cebel

    Asr-ı saâdet’te Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezbere bilen, Resûlullah’ın kendilerinden Kur’an öğrenilmesini tavsiye ettiği dört sahâbîden biri,MUAZ BIN CEBEL
    Hicretten on sekiz yıl önce (m. 603) Medine’de dünyaya gelmiştir (bazı kaynaklarda farklı tarihlerde zikredilmiştir). Hazreci ve Cüşemi olarak ta anılmıştır. (1)

    Babası Cebel bin Amr bin Evs, annesi Hind bint Sehl b. Cüheyne’dir. Künyesi Ebu Abdurrahman ve Ebu Abdullah’tır (2). Muâz (ra) on sekiz yaşında iken müslüman oldu ve İkinci Akabe Biatı’na katıldı. Kendi kabilesinden İslâmiyet’i kabul eden arkadaşlarıyla birlikte geceleri Benî Selime oğullarından henüz müslüman olmayan bazı kimselerin putlarını kırdı veya putların âcizliğini ortaya koyacak eylemler yaptı. (1)

    Asr-ı saâdet’te Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezbere bilen birkaç kişiden biri olan Muâz, Resûlullah’ın kendilerinden Kur’an öğrenilmesini tavsiye ettiği dört sahâbî arasında yer alıyordu. Yine o devirde fetva veren altı sahâbîden biri olan Muâz’ı Resûl-i Ekrem helâl ve haramı en iyi bilen kişi olarak gösterir, kendisine “Muâz ne iyi adam!” diye iltifat eder, kıyamet gününde onun âlimlerin önünde yürüyeceğini söylerdi(1).

    Rasulullah (sav) hicretinden sonra muhacir ensar kardeşliği ile Abdullah bin Mes’ud (ra) ile kardeş olmuştur (2). Bedir Gazvesi başta olmak üzere Huneyn ve Tâif dışındaki bütün gazvelere katıldı ve bunlarda kabilesinin bayraktarı veya temsilcisi oldu. Mekke fethinin ardından Resûlullah (sav) Huneyn Gazvesi’ne giderken onu Mekke’ye önce emîr, ardından Kur’an ve dinî bilgiler muallimi tayin ettiği için Huneyn ve Tâif gazvelerine iştirak edemedi. Hz. Peygamber (sav), hicretin 9. yılı Rebîülâhirinde (Ağustos 630) Muâz’ı (ra) Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile birlikte Yemen’e elçi, zekât memuru ve kadı sıfatıyla gönderdi. Muâz (ra)’ın Yemen’de kadılık yaparken nasıl hüküm vereceğiyle ilgili olarak Resûl-i Ekrem (sav) ile aralarında geçen konuşma meşhurdur.

    Resûlullah (sav)’ ın sorularına cevap veren Muâz (ra) önce Allah’ın kitabına göre hükmedeceğini, aradığı delili Kur’an’da bulamazsa Resûl-i Ekrem’in sünnetini dikkate alacağını, aradığını orada da bulamazsa kendi kanaatine göre hüküm vereceğini söyleyince Hz. Peygamber memnun oldu ve Resûlullah’ın elçisine Resûlullah’ı hoşnut edecek şekilde cevaplar verdiren Allah’a hamdetti (1).

    Vedalaşırkende Resûl-i Ekrem’in ona belki bir daha görüşemeyeceklerini, Medine’ye döndüğünde sadece mescidini ve kabrini bulacağını söyleyince Muâz ağladı; Hz. Peygamber de onu teselli etti. Yemen’de Beni Bekre kabilesinden bir hanımla evlendi, peygamberlik iddiasında bulunan Esved el Ansi’nin ortadan kaldırılmasında rol aldı ve 632 yılında görevini tamamlayarak Medine’ye döndü.

    Hz. Ebû Bekir (ra), kumandanlardan Amr b. Âs’ı Filistin’in, Şürahbîl b. Hasene’yi Ürdün’ün, Yezîd b. Ebû Süfyân ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı (ra) da Suriye’nin fethiyle görevlendirdi. Amr b. Âs (ra) ise kısa sürede Güney Filistin’i fethederek Gamrülarabât’a indi. Müslüman Araplar’ın bu âni hücumları ve başarılı sonuçlar almaları üzerine Bizans İmparatoru Herakleios, kardeşi Theodoros kumandasındaki 80.000 kişilik bir orduyu harekete geçirdi.

    Bizans kuvvetleri Kuzey Filistin’e kadar ilerleyerek Cillik mevkiinde karargâh kurdular. Bu orduya mukavemet edemeyeceğini anlayan Amr b. Âs (ra) halifeden yardım istedi. Bunun üzerine Ebû Bekir (ra) Hîre’de bulunan Hâlid b. Velîd’e (ra) haber göndererek süratle Suriye’deki ordunun yardımına gitmesini emretti. Halid b Velid tarafından görevlendirilen Muâz bin Cebel (ra), Ecnâdeyn Savaşı’nda ordunun sağ kanadını kumanda etti ve İslâm ordusunun en az iki katı olan Bizans kuvvetleri bozguna uğratılarak Filistin kapıları müslümanlara açıldı (3).

    Hz. Ebû Bekir’in gönderdiği ordular karşısında yenilgiye uğrayarak Suriye ve Filistin’deki egemenliğinin sarsıldığını gören Bizans İmparatoru Herakleios, müslümanları ele geçirdikleri yerlerden söküp atmak amacıyla büyük bir ordu hazırlayarak Ürdün’ün doğusuna açılan ve aynı adı taşıyan nehrin kenarındaki Yermük vadisine sevketti.

    Hz. Ebû Bekir (ra)’in gönderdiği ordular karşısında yenilgiye uğrayarak Suriye ve Filistin’deki egemenliğinin sarsıldığını gören Bizans İmparatoru Herakleios, müslümanları ele geçirdikleri yerlerden söküp atmak amacıyla büyük bir ordu hazırlayarak Ürdün’ün doğusuna açılan ve aynı adı taşıyan nehrin kenarındaki Yermük vadisine sevketti. Hz. Ebû Bekir(ra)’in gönderdiği ordular karşısında yenilgiye uğrayarak Suriye ve Filistin’deki egemenliğinin sarsıldığını gören Bizans İmparatoru Herakleios, müslümanları ele geçirdikleri yerlerden söküp atmak amacıyla büyük bir ordu hazırlayarak Ürdün’ün doğusuna açılan ve aynı adı taşıyan nehrin kenarındaki Yermük vadisine sevketti.

    Sonuçta çok şiddetli bir savaşın ardından müslümanlar kendilerinden çok kalabalık olan Bizans ordusunu bozguna uğratmayı başardılar (4). Muaz bin Cebel (ra) Yermük Savaşına birlik komutanı olarak katıldı (5).

    Muaz ra ın da iştirak ettiği bu harplerin zaferle neticelenmesi 638 yılında Kudüs i şerif in kapılarını İslam ordularına açmış oldu. Yapılan muhasara sonucu Kudüs patrik sofranıus tarafından müminlerin emiri Ömer ra efendimize teslim edildi.

    Hz. Ömer halifelik görevini üstlendiğinde Suriye ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh ile ona bir mektup yazdı. Ebû Ubeyde veba salgınında ölünce ordunun başına Muâz b. Cebel geçti. Daha sonraları bazı sahâbîlerle birlikte Suriye’ye muallim olarak gönderildi. Muâz b. Cebel, 17 (638) yılında Ürdün’de Kusayru Hâlid’de Amvâs tâunu diye bilinen veba salgınında iki oğlu ve iki hanımıyla birlikte öldü (1).Kabri Amvas kabristanı olarak bilinen mahalde ziyaret edilmektedir. Ömrünün en önemli hizmet sahası olan topraklar bu büyük mücahide vefatından sonra da ev sahipliği yapmaktadır.

    Kaynakça ;

    KANDEMİR, M. (2005). Muaz bin Cebel. http://www.islamansiklopedisi.info: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=muaz%20b.%20cebel adresinden alındı
    ATAY, Z. (2015). Cennet Rehberi Ashab-ı Nebi. İstanbul.
    YILDIZ, H. D. (1994). ECNADEYN SAVAŞI. http://www.islamansiklopedisi.info: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=ecnadeyn%20sava%C5%9F%C4%B1 adresinden alındı
    FAYDA, M. (2013). http://www.islamansiklopedisi.info. http://www.islamansiklopedisi.info: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=yerm%C3%BCk%20sava%C5%9F%C4%B1 adresinden alındı
    http://www.filozof.net. (tarih yok). http://www.filozof.net/Turkce/tarihi-sahsiyetler-kisilikler/8211-muaz-bin-cebel-kimdirhayati-muaz-bin-cebelin-hayati.html adresinden alındı

    Ayrıntılar

    Musa ibn Nahman

    (1194-1270)

    Moses ben Nahman olarak da adlandırılan İspanyol doğumlu Yahudi bilgindir. 1194 Girona doğumlu Musa bin Nahman; filozof,doktor,haham,Kabbalist ve Tora yorumcusudur. Nahman, İsrail topraklarında yeniden yerleşmenin tüm Yahudiler için İncil'de bağlayıcı bir emir olduğunu ilan eden ilk sıradışı hahamdır.

    Nahman yaşadığı döneminde, Gerona merkezli İspanyol Yahudiliğinin lideri oldu. Çalışmaları ve zihin dünyası onu, İncil'in mistik bir yorumuna ve Kabalistlerin felsefi öğretilerine yöneltti. Nahmanides’in Katalonya’daki Yahudi topluluğu üzerinde etkisi büyük oldu ve Katalonya’da Kral I. Saime bile çeşitli devlet meselelerinde ona danıştı. Hem Yahudiler hem de Yahudi olmayanlar onun keskin düşünme yetisine saygı duydular.

    Tarih kitaplarında “Nahmanides” veya Rabbi Moşe ben Nahman kısaltılmış şekli olan “Ramban” olarak da bilinen Nahman’ın başlıca başarıları iki yönlüdür. İlk olarak, İspanya'daki Talmud çalışmasını yeniden düzenledi ve yeniden canlandırdı. Talmud’dan seçilmiş pasajları şerh ettiği bir dizi eser yazı. Aslında Nahmanides, bu türdeki haham edebiyatının öncüsü oldu. İkinci olarakNahmanides,karşılaştırmalı çalışmalarıyla Yahudi İncil teolojisini derinden etkiledi. Nahmanides, Mukaddes Kitap ve Talmud konusunda neslinin en büyük bilgini olarak düşünülür. Mistik eğilimleri ve Kabalistik özellikleri bu alanda ortaya çıktı. Nahmanides, İncil'in nihai ve tam anlamının aydınlanmış inanç ve Kabalistik üstatların bilimi yoluyla nüfuz edilecek mistik bir anlam olduğuna inanıyordu. Akla kendi sınırları içinde saygı gösteren Nahmanides, yine de İbn Meymun'un rasyonalizasyonlarına ve felsefelerine karşı çıktı. İnsan aklının tüm sorulara cevap verebileceğini inkâr etti ve sonuç olarak onun dışsal çalışması, Pentateuch üzerine bir yorumla, mistik referanslarla ağır bir şekilde yüklendi.

    Hahamın öğrenci ve takipçilerinden oluşan çevresi çok çeşitli bilimsel çalışmalar yayınladı. Sefer Temuna (Resim Kitabı), İbrani alfabesinin 22 harfinin her birini Tanrı'nın bir imgesi olarak tanımlar. Nahmanides, bu görüntüler ışığında dünya tarihinin çeşitli dönemlerini de açıklamıştır.

    Nahmanides, Yahuda ben Yaqar, Ezra ben Solomon, Azriel ve Jacob ben Sheshet'i de içeren İspanyol Kabalistler okulunun bir bölümünü oluşturdu. Hepsi, şimdiye kadar Yahudi mistisizmi içinde hüküm sürmüş olan Gnostik mistisizm türüne giren Neoplatonik spekülasyona batmış durumdaydı. Bu Gnostik mistisizm, MS 1. ve 2. yüzyılların rabbinik bir gnozundan kaynaklanmıştır . Hezekiel I'de anlatıldığı gibi Tanrı'nın tahtına ( Merkabha ) odaklanmıştır. Nahmanides'in mistisizmi sefirot veya "ruh" veya "gizli aşkın Tanrı'nın iç yaşam"ını benimsemiştir. Bu temelde Nahmanides, mistik tarih teorisini oluşturdu ve böylece 18. ve 19. Yüzyıllarda ortaya çıkan mistik tarihsel doktrinlerinin öncüsü oldu.

    Nahmanides, rakibinin Yahudi karşıtı ajitatör Pablo Christiani olduğu 1263'teki ünlü Barselona İhtilafı'nın önde gelen Yahudi kahramanıydı. 1263 yılında Avrupa tarihinin en eşsiz Yahudi-Hıristiyan tartışmalarından biri gerçekleşti. Orta Çağ'da Hristiyan liderler bu tür tartışmaları genellikle bir tür halka açık eğlence olarak organize ederlerdi. Genellikle, eski dindaşlarından birine meydan okuyan din değiştirmiş bir Yahudiyi içeriyorlardı.

    1263 yılında Barselona’da gerçekleşen ve Barselona İhtilafı olarak adlandırılan tartışmanın geçtiği başlıca yer kralın Barselona’daki sarayıydı. Toplantının dört oturumu 1263 yılının 20, 23, 26 ve 27 Temmuz tarihlerinde yapıldı. Her oturuma kralın kendisi başkanlık etti; Yahudiler dışında Kilise ve devletin önde gelen çeşitli şahsiyetleri de tartışmada hazır bulundu. Bu tartışmada zaferi Nahmanides kazandı ve ödül olarak Aragon Kralı I. James'den 300 dinar hediye aldı. 1267'de Filistin'e taşınan Nahmanides, 3 yıl sonra 1271 yılında Akka'da öldü.

    Ayrıntılar

    Naci El Ali

    DEVRİMİN VİCDANI:NACİ EL ALİ”
    Tam adı Naci Selim Hüseyin el Ali olan ve Filistinlilerin “devrimin vicdanı” dedikleri, çizdiği Hanzala karikatürü ile tanınan Naci el Ali, 1936 yılında Filistin’de Taberiyye ile Nasıra arasındaki Şecere köyünde dünyaya geldi.
    1948 yılında, 12 yaşındayken İsrail’in işgali sebebiyle Nekbe (Büyük Felaket)’yi yaşadı ve ailesi ile beraber birçok Filistinli gibi Lübnan’a sürüldü. Bir süre Lübnan’daki Ayn’ül Hilva mülteci kampında yaşadı. Ayrıca, Filistin mülteci kamplarını sonraları da defalarca ziyaret eden Naci el Ali, 1982 yılında yaşanan Sabra ve Şatilla katliamlarına bizzat tanıklık etti. Naci el Ali, 1960 yılında Lübnan sanat akademisine girdi, ancak bir yıl sonra Lübnan polisi tarafından tutuklandı, ve okulunu hapishanede bitirdi. 1961 yılında “çığlık” adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Hanzala işte bu tarihlerde ortaya çıkmaya başladı. 10 yaşında olan Hanzala karakteri ile Filistin halkına yapılan zulmü çocukların gözünden göstermeye çalıştı. Naci el Ali Hanzalayı,
    “10 yaşında doğdu ve her zaman 10 yaşında olacak. Vatanına döndüğünde de 10 yaşında olup büyümeye başlayacak. Doğanın kanunları ona işlemeyecek. Her şey vatanına döndükten sonra normalleşmeye başlayacak. Onu yoksul ve acının sembolü olarak resmettim ve adını Hanzala koydum. Basit fakat sert bir çocuk. İşte bu nedenle insanlar onu sahiplendi ve kendi duygularını temsil ettiğini hissetti." cümleleriyle anlattı.
    1963 yılında Kuveyt’e giden Naci el Ali orada gazeteciliğe başladı. 1974 yılında Ortadoğu’nun önemli dergilerinden olan Sefir dergisinde çalışmaya başladı. 1979 yılında Arap Karikatüristler Birliği Başkanı seçildi. Karikatürleri tüm dünyada takip edilir oldu. Ancak bu popülerlik, doğal olarak İsrail’i rahatsız etti. Bunun sonucunda hem kendisi hem ailesi çok sayıda ölüm tehdidi aldı. 22 Temmuz 1987 tarihinde Londra’da çalıştığı gazetenin ofisine giderken MOSSAD tarafından silahlı saldırıya uğradı. Boynundan vurulan Naci el Ali 38 gün komada kaldıktan sonra 29 Ağustos 1987 tarihinde şehid oldu ve Londra’da defnedildi. Naci el Ali’nin, Halid, Usame, Leyla ve Cudi adında dört çocuğu vardı. Ölümünden bir yıl sonra Paris’te Dünya Gazete Yayıncıları Birliği Naci el Ali’ye “18. asırdan bu yana en büyük karikatüristlerden biri” unvanını vererek, “Altın Kalem Özgürlük Ödülü” ne layık gördü. Japonya’daki bir gazete tarafından ‘en iyi on karikatüristlerden biri’ seçildi. Yaşamı boyunca 40 binin üzerinde karikatüre imza attı. İnsanlığın Filistin'de yaşananlara sessiz kalmasından ötürü küskünlüğünün ifadesi olarak Hanzala'yı sürekli sırtı dönük halde resmeden Naci el Ali, Hanzala’yı kendi dilinden

    “Ben Hanzala. Babamın adı: Önemli değil. Annemin adı: Nakba yani ‘büyük felaket günü’. Kız kardeşimin adı. Fatıma. Ayakkabı numaram: Bilinmiyor. Çünkü ben hep yalın ayakla dolaşırım.” diyerek tanımladı.

    Kaynak:

    http://www.gencdergisi.com/8223-naci-el-alinin-hanzala-karikaturleri.html

    https://www.haksozhaber.net/kani-ile-filistini-cizen-adam-naci-ali-28658yy.htm

    https://www.iz.com.tr/naci-el-ali

    https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/filistinin-sembolu-hanzalanin-babasi-naci-el-ali-istanbulda-anilacak/887829

    https://www.haksozhaber.net/hanzala-londrada-sessizce-oldurulmustu-56103h.htm

    Ayrıntılar

    Napolyon Bonapart

    (15 Ağustos 1769 - 5 Mayıs 1821)

    Hayatı

    15 Ağustos 1769'da Korsika adasının Ajaccio kentinde doğdu. Ana dili Korsikaca idi. Doğduğu zaman adı, “Napoleon di Buonaparte” idi, 1796’da soyadını Fransızlaştırarak “Napoléon de Bonaparte” yapmıştır. Avukat Carlo Buonaparti ile Maria Letizia Ramolino çiftinin 8 çocuğundan ikincisi idi. Annesinin sert disiplini altında yetiştirildi. Babası, Cenova Cumhuriyeti’nin bir parçası olan Korsika’nın 1768’de Fransa yönetimine girmesinden sonra Fransız sarayının hizmetine girmiş ve Bounaparte ailesi Fransızlar tarafından 1771’de soylu ilan edilmişti.[1] Ailesi zengin değildi, ancak babasının bağlantıları sayesinde Napolyon ve kardeşleri, Fransa’ya gitme ve burslu okumak imkânı elde etti.

    Napolyon 1779 yılında ağabeyi Joseph ile birlikte eğitim için Fransa’ya gönderildi. Autun’da bir kolejde Fransızca öğrenmeye başladı ve aynı yıl Brienne'daki askeri okula girdi. Matematikteki başarısı sayesinde 1784'te Parisien École Royale Militaire (Paris Kraliyet Askeri Okulu) adlı askeri akademiye kabul edildi. Matematik ve geometriye olan ilgisini daha iyi değerlendirebilmek için topçu sınıfını tercih etti.

    1785 yılının Nisan ayında Valence'daki topçu alayına üsteğmen rütbesiyle katıldı. Askerlik yaşamının ilk sekiz yılında sık sık uzun süreli izin alarak memleketi Korsika’ya gitti.

    Gerek Fransız Devrim Savaşları gerekse Napolyon Savaşları sırasında Fransa'ya önderlik etmesiyle tüm Avrupa’yı da etkilemiş bir komutandır. Sözü edilen savaşların ve girdiği çatışmaların büyük bölümünü kazanmış; 1815'teki son yenilgisine kadar hızla Avrupa kıtasının hakimiyetini ele geçirmiştir. Tarihteki en önemli komutanlardan biri olan Napolyon’un savaşları dünyanın her yerinde askeri okullarda ders olarak okutulmaktadır ve kendisi Avrupa tarihinin hem en ünlü hem de en tartışmalı siyasi figürlerinden bir tanesidir.

    Napolyon bir devlet adamı olarak tüm Fransa'da ve Avrupa'da büyük liberal reformlar uyguladı. Yönetimi sırasında bir halk eğitim sistemi kurmuş; feodalizmin kalıntılarını ortadan kaldırmış; Yahudi ve diğer dini azınlıkları özgürleştirmiş; gelişmekte olan orta sınıfın yasalar önünde eşitliğini sağlamış ve dini otoritelere karşı devletin gücünü merkezileştirmiştir. En kalıcı hukuki başarısı, Doğu Asya'da Japonya'dan, Kuzey Amerika'da Québec'e kadar dünyadaki hukuk sistemlerinin dörtte birine çeşitli şekillerde uyarlanmış olan Napolyon Kanunlarını hazırlatmasıdır.

    Korsika’da adanın Ceneviz Cumhuriyeti’nden Fransa’ya geçtiği yılın ertesinde , Toskana asıllı soylu ve görece mütevazı bir İtalyan ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Fransız ordusunda topçu subayı olarak çalıştığı sırada gerçekleşen Fransız Devrimi’ni 1789’da ortaya çıkışından itibaren destekleyip doğum yeri Korsika’ya yayılması için çalıştı ve 1793’te adadan sürgün edildi. İki yıl sonra (cumhuriyet takvimine göre 13 Vendémiaire günü) Paris çetelerini topa tutarak Fransız hükümetini çöküşten kurtaran Napolyon, henüz 26 yaşında iken İtalya seferi için hazırlanmış Fransız ordusunun komutanlığına getirildi. Genç komutan 1796'da Joséphine de Beauharnais ile düğününün hemen ardından Birinci Koalisyon güçleri üzerine sefere çıktı. Bu ilk seferinde elde ettiği kesin zaferler sayesinde tüm Avrupa’da tanındı. İtalya seferinden sonra 1798'de Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olan Mısır’a askeri bir sefer düzenledi. Bu sefer sırasında Memlük beylerini yenerek Osmanlı toprağını işgal etti ancak elinde tutmayı başaramadı. Bu askeri sefer sırasında Napolyon ordusundaki askerler tarafından yapılan keşifler sayesinde modern Mısırbilim’i (Egyptology-Mısıroloji) başlatmıştır.

    Fransa’da devrimden sonra kurulmuş olan yönetim (Direktuvar), Mısır’dan Fransa’ya dönen Napolyon ile destekçilerinin gerçekleştirdiği 18 Brumaire Darbesi ile çökmüş ve Fransa’da Konsüllük idaresi kurulmuştur. Napolyon, Konsüllük idaresinin ilk konsülü olarak atandı ve Fransa üzerindeki siyasi hakimiyetini kademeli olarak arttırdı. Birleşik Krallık ile Amiens Antlaşması imzalayarak 1802'de Fransız Devrim Savaşları'nı sonlandırdı. Nihayet 1804'te Fransız Senatosu tarafından “Fransa İmparatoru” olarak ilan edildi.

    Kıta Ablukası'ını genişletmek umuduyla İber YarımAdası’nı işgal eden imparator Napolyon, 1808'de kardeşi Joseph Bonaparte'ı İspanya kralı ilan etti. İspanyollar ve Portekizliler Birleşik Krallığın desteği ile Fransa’ya karşı isyan ettiler. Yarımada Savaşı (İspanyol Bağımsızlık Savaşı) adıyla da bilinen savaş 6 yıl sürmüş ve acımasız bir gerilla savaşı olarak tarihe geçmiştir. Savaş, Fransa’nın yenilgisi ile sonuçlandı. 1808'de Avusturya da Fransızlara karşı ayrı bir mücadele başlatmıştı. Avusturyalıları Wagram Muharebesi'nde yenen Napolyon, Fransa’ya karşı oluşturulan Beşinci Koalisyon'u dağıttı. Beşinci Koalisyon Savaşı’nı sonlandıran Schönbrunn Antlaşması (1809)'nın ardından eşi Josephine’den boşanıp II. Franz'ın kızı Avusturya Prensesi Marie Louise'i ile evlendi (1810).

    Napolyon, Roma İmparatorluğu devrinden beri bu denli büyük bir siyasi birleşme yaşamamış olan Avrupa'da 1811'den sonra 70 milyonun üzerinde insana hükmetmiştir. Çeşitli ittifaklar ve akrabalık ilişkileri kurarak stratejik pozisyonunu korudu. Fransa’da yeni bir aristokrat sınıfı oluşturmanın yanı sıra Devrim sırasında ülkeden sürgün edilmiş asillerin de Fransa’ya geri dönmelerine izin vermiştir..

    Polonya milliyetçiliğinin tırmandırdığı gerilim ve Kıta Ablukasının ekonomik etkilerinden ötürü Rusya ile ilişkilerin yeniden gerilmesi üzerine Napolyon, kıta ablukasını güçlendirmek amacıyla 1812 yılında Rusya'ya sefer düzenledi ve bu sefer Fransızlar açısından büyük bir felaket ile sonuçlandı. 1813 yılının başlarında Rusya ve Prusya, Fransa'ya karşı güçlerini birleştirdi ve aynı yılın sonlarında Altıncı Koalisyon'a Avusturya da katıldı. 1813 yılının Ekim ayında müttefik ordusu Napolyon'u Leipzig Muharebesi’nde yenilgiye uğrattı. Müttefikler 1814’te Fransa'ya bir saldırı başlatıp Paris'i ele geçirdi ve Nisan 1814'te Napolyon'u tahttan feragat etmeye zorladılar. İmparator, Elba adasına sürgün edildi. Bourbon Hanedanlığı tekrar başa geçti ve Fransızlar devrimden itibaren ele geçirdiği bölgelerin çoğunu kaybetti. Napolyon Şubat 1815'te Elba adasından kaçıp Fransız hükûmetinin başına geçmeyi başardıysa da kendisini yeniden koalisyon güçleri ile savaşta buldu. Bu yeni koalisyon 1815 yılının temmuz ayında Waterloo Muharebesi'nde Napolyon’u kesin bir yenilgiye uğrattı. İngilizlere teslim olan Napolyon, gözlerden uzak bir yerde Saint Helena adasında hapse gönderildi. 51 yaşında 1821 yılında mide kanserinden vefat etti. Cenazesi yakılmış ve külleri yıllar sonra 15 Aralık 1840 tarihinde bir milyon kişinin katıldığı bir törenle Paris'e, hâlen bulunduğu LesInvalides'e defnedilmiştir.

    I.CUMHURİYET DÖNEMİ

    Korsika’nın Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesinin lideri Pasquale Paoli Fransız Devrimi sırasında adaya dönüp bağımsızlık mücadelesini yeniden canlandırmıştı. Ateşli bir Korsika milliyetçisi olan Napolyon, “Milliyetçi”, “Kralcı” ve “Devrimci” kimliklerinin arasında kaldı. Sonunda Jakobenleri destekleme kararı aldı. Fransa'ya karşı bağımsızlık mücadelesine girişen Korsikalı milliyetçilere karşı Jakoben örgütlenmesinde çalıştı. 1793’te Pasquale Paoli tarafından Korsika’dan sürüldü; ailesiyle birlikte Fransa'ya kaçtı. Ailesini La Valette’ye yerleştirdikten sonra alayına katıldı.

    Toulon Kuşatması

    1793 yılında Fransa neredeyse bütün Avrupa ile savaş halindeydi. 1783 yılı Temmuz ayında Fransa’nın güney şehirlerinde ihtilalci hükûmete karşı ayaklanmalar çıkmış; stratejik bir deniz üssü olan Toulon şehri karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilmişti. Napolyon, Toulon kuşatmasına bir topçu subayı olarak katıldı. Liman, Fransız ihtilalci ordusu tarafından 19 Aralık 1793’te geri alındı. Napolyon, kalçasına saplanan bir şarapnelle yaralandığı bu kuşatmada sergilediği liderlik özellikleri ile dikkat çekti; Maximilien Robespierre tarafından tuğgeneralliğe yükseltildi ve Fransa ordusunun İtalya kanadının Topçu kuvvetlerinin başına geçirildi.

    İTALYAN SEFERİ

    Devam etmekte olan Fransız Devrim Savaşları’nın İtalya Cephesi’nde görevlendirilen Napolyon, Alpler ordusunun başkomutanlığına getirilerek düğününden iki gün sonra Paris’ten ayrıldı. Fransa Cumhuriyeti'ne karşı Avusturya, Prusya, İngiltere, Sardinya-Piyemonte Krallığı tarafından oluşturulan I. Koalisyon güçlerine karşı savaşacaktı. Yanında sekreteri AdiceJunot ve yaverliğini yapan kardeşi Louis Bonaparte ile yola çıktı ve ordu karargahının bulunduğu Nice’e 27 Mart 1796’da ulaştı.

    Napolyon, yetersiz donatılmış orduyu kısa sürede savaşabilecek duruma getirdi ve 12 Nisan 1796’da Alpler’i aşarak Kuzey İtalya’ya saldırıya geçti. 28 Nisan 1796’da Sardinya-Piyemonte Krallığı Cherasco Ateşkesi ile savaştan çekildi. 15 Mayıs 1796’da Napolyon’un ordusu Milano’ya girdi. Avusturya ordularını art arda yenilgiye uğrattıktan sonra 1797 yılının Ocak ayında İtalya'daki Avusturya askeri varlığını püskürterek Viyana üzerine yürüdü. Ön-barış anlaşması 18 Nisan 1797’deLeoben’de yapıldı. Barış görüşmeleri sürerken 12 Mayıs 1797’de Venedik işgal edildi. Avusturya ile barış antlaşması 17 Ekim 1797 tarihinde imzalandı.

    İtalya seferi sırasında 18 meydan savaşı kazananNapolyon'un Fransa'daki ünü arttı. Bölgeden topladığı vergiler sayesinde Direktuar yönetimine mali kaynak yaratması sayesinde politik olarak da sivrildi.

    MISIR SEFERİ

    Napolyon, 1797 yılı sonunda Paris’e döndü. Fransız yönetimi (Direktörler), 1798 yılı başlarında onu İngiltere anakarasının istilasıyla görevlendirdiler. Ancak Napolyon, denizlerde etkili bir üstünlük sağlanmadan böyle bir operasyonun başarı şansı taşımadığını, İngiltere'ye karşı dolaylı bir strateji izlemenin en mantıklısı olduğunu savunmuş ve Mısır'ın işgal edilerek İngiltere'nin Uzak Doğu ticaret yolunun kesilmesini önermiştir. Dışişleri Bakanı Talleyrand ile anlaşıp önerisini Direktuar hükûmetine kabul ettirdi ve Fransız donanması 19 Mayıs 1798’de Mısır seferi için yola çıktı.

    Akdeniz’de devriye gezen Britanya donanmasını 10-13 Haziran 1798’de yenilgiye uğratıp stratejik öneme sahip Malta'yı işgal eden Fransız donanması, 1 Temmuz 1798’de İskenderiye önüne demir attı; İskenderiye’yi işgal ettikten sonra Kahire’ye yöneldi. Mısır resmen Osmanlı toprağı sayılsa da güç, Memluk Beylerinin elindeydi. Memluk Beyi’nin ordusunu Piramitler Muharebesi’nde yendikten sonra 22 Temmuz 1798’de Kahire’ye muzaffer bir komutan olarak girdi. İslam padişahının dostu olduğunu, Memlûk Beyleri’nin nüfuzunu sona erdirmek üzere Kahire’ye girdiğini iddia eden Napolyon yaptığı din propagandası ile halkı yanına çekmeye çalıştı. Merkez ve eyaletlerde kurduğu divanlara ulemaları atayarak ülkeyi divanlar aracılığıyla yönetmeye başladı.

    Ne var ki Napolyon’un Mısır’daki başarısı kalıcı olmadı. İngiliz Amiral Horatio Nelson komutasındaki İngiliz donanması, Abukir körfezinde demirlemiş Fransız donanmasını Nil Muharebesi’nde imha edince ordunun ikmal bağlantısı kesildi. Napolyon ve ordusu Mısır’a hapsolmuştu. Bu gelişme Napolyon’un Kahire’de giriştiği düzenlemelerin hızını kesmedi. Sulama projeleri, okul ve hastane inşası, gazete açma, tiyatro kurma gibi projeleri sürdürdü. Akdeniz’den Kızıldeniz’e bir kanal açılması için planlar hazırlamaya, Mısır’ın ekonomik olarak kalkınması için tedbirler almaya başladı. Dindar Müslümanları memnun etmeye çalıştı hatta kendisinin Müslüman olduğunu ima etti. Mısırlılar artık ona “Ali Bonapart” demeye başlamıştı.

    Ancak bir süre sonra Fransızların İslam’a saygı duyduklarını söylemelerine rağmen Mısır’ı sömürmek içinellerinden geleni yapmaları, ülkede Fransızlara karşı bir tepki doğurdu. 21 Ekim 1798’da El-Ezher Camisi etrafında kümelenen Müslümanlar ayaklanma başlattı. Ayaklanmayı çok kanlı bir şekilde bastıran Napolyon, durumunun sağlam olmadığını görüyordu. Mısır’a kara yönünden gelecek tehditleri engellemek için Şubat 1799’da orduyu Filistin’e doğru yürüyüşe geçirdi. Hedefi, "Doğu’nun imparatoru" olmak, Kudüs’ü de aldıktan sonra Hindistan’daki İndus Nehri’ne kadar ilerlemekti.

    AKKA KUŞATMASI (1799)

    Akka Kuşatması ya da Akka Müdafaası, bugün İsrail sınırlarında olan Akka şehri dolaylarında yapılmıştır. Fransız Napolyon Bonaparta karşı Cezzar Ahmed Paşa (günümüz Türkçesi ile Kasap Ahmet Paşa) tarafından savunulmuştur.

    Napolyon, Mısır'ın alınmasıyla İngilizlerin gücünün azalacağını biliyordu. Çünkü Mısır'ı alırsa, tüm Afrika Kıtası'nı hiç zorlanmadan ele geçirebilecekti. Afrika'yı ele geçirdiği zaman, diğer Avrupalıların sömürgeleriyle olan bağlantısını kesebilecekti. Bu durum, Avrupalılar arasında en fazla İngiltere'ye tersti. Çünkü Uzak Doğu ve Okyanusya onun kontrolü altındaydı. O yüzden, savaş boyunca Osmanlı'nın yanında olacaktı.

    Bu planını hayata geçirebilmek için Napolyon,19 Mayıs 1798 tarihinde Tolon Limanı'ndan donanmasıyla birlikte ayrıldı. Saldırı planı çok gizli yapıldı. Kimsenin duymaması istendi. Buna rağmen, saldırı planı Paris'teki Türk elçiliği tarafından duyuldu. Saldırıyı durdurabilmek için her şeyi yapıldı; ama sonuç alamayınca savunma hazırlıklarına başlandı. Kıbrıs ve Girit'teki kuvvetler güçlendirildi.

    280 gemili ve 40.000 kişilik ordusuyla gelen Napolyon, önce yol üzerindeki Malta Adası'nı ele geçirdi. Sonra yoluna devam etti. Mısır'daki İskenderiye Limanı'na ulaşınca, hiç beklemeden hemen karaya asker çıkarttı. Burada durdurulamayan Fransızlar, İskenderiye Limanı'nı ele geçirdi. Sonra hemen Kahire'ye yöneldi.

    Kahire'ye giden Napolyon, yolda yerel yöneticilere "Dünyaya düşman olsam, Osmanlılar'ın dostuyum" deyip, halka tam tersini söyleyerek ikiyüzlülük etmeye başladı. Yol üzerinde direnen Kölemenler, düzenli olmadıklarından Fransız ordusunu püskürtemiyordu. Ordu sürekli ilerliyordu.

    Kısa bir süre sonra Kahire'ye varan Napolyon, buradaki kölemenleri etkisiz hale getirince, Mısır'ın tamamına hâkim oldu.

    Mısır'ın işgal altında olduğunu duyan Cezzar Ahmed Paşaherhangi bir işgal ihtimaline karşı, bulunduğu bölge Sayda'yı kuvvetlendirmeye başladı.

    Napolyon'un Mısır'a sorunsuz hükmetmesi kısa sürdü. Saldırı planın açığa çıkmasından sonra, İngilizler bir donanma hazırlayıp, Horatio Nelson amiralliğinde Mısır'a gönderdi. Abukır'da Fransız donanmasını aniden basan İngilizler, donanmanın büyük bölümünü batırdı, kalanın küçük bir kısmı hariç gerisi İngilizler tarafından esir alındı (Nil Savaşı). Bu ani baskın, Fransızlar açısından kuşatmanın yönünü değiştirdi. Böylece Mısır Savaşı bitmiş oldu.

    AKKA MÜDAFAASI


    Abukır'da donanmasının batırılmasından dolayı Napolyon, ana vatanından uzak bir yerde sıkışıp kalmıştı. Elinde küçük bir donanma kalmıştı; ama donanma tüm askerleri taşımaya yetmezdi. Bu yüzden, bulunduğu bölgeye en yakın tersanedeki donanmayı alması gerekliydi. O bölge de Sayda'ydı. Eğer buradaki donanmayı ve tersaneleri alırsa, kuşatmaya devam etmek daha kolay olacaktı. Ama bir sorun vardı. Sayda'da Cezzar Ahmed Paşa komutasındaki Akka Kalesi vardı. O kaleyi almadan Sayda'daki tersaneleri ve donanmayı alamazdı. Dolayısıyla, Mısır'da kalan yerel birlikleri de alarak, 10 Şubat 1799'da Akka Kalesi'ne doğru yola koyuldu. İngiliz donanması da bu kalenin önüne konuşlanmıştı.

    Napolyon 20 Şubat 1799'da Elariş Kalesi'ni ele geçirdi ve yoluna devam etti.Yol üstünde ara ara Kölemen'lerin ayaklanmaları oldu ama ordunun ilerlemesini durduramadı. 24 Şubat 1799'da Gazze'yi, 5 Mart 1799'da da Yafa'yı ele geçirdi. Burada Müslüman topluluklara göz dağı vermek için 4000 Müslüman idam edildi. Bu sırada Fransız ordusunda veba salgını baş gösterdi. Ama veba salgını atlatıldı. Halkın idam edilmesi, kalan halkın Napolyon'a karşı nefret beslemesine neden oldu. Ayrıca burada, kalan Fransız donanması da İngilizler tarafından yakalandı.

    Hareketin 40. gününde, Fransız ordusu Akka'nın önüne vardı. Daha sonra da kaleyi her taraftan taraftan kuşattı. Sonra da aralıksız saldırı başlattı. Napolyon, burada Cezzar Ahmed Paşa'nın çetin bir kumandan olduğunu duymuştu. O yüzden saldırılara başlamasından kısa bir süre sonra, ona iki kere mektup yolladı. İkisinde de vaatlerde bulundu. Ama Cezzar Ahmed Paşa, gelen iki elçiyi de idam ettirince, Napolyon saldırılarını sertleştirdi. Yoğun saldırılara rağmen, Akka Kalesindekiordu direniyor, İngiliz donanmasından da topçu ateşi yardımı alınıyordu.

    Giderek sertleşen Fransız saldırıları, kuşatmanın başlamasından bir buçuk ay sonra sonuç vermişti. Fransızlar kalenin bir kısmını ele geçirerek şehre sızmaya başladı. Ama aynı günün sonunda, Cezzar Ahmed Paşa'nın o bölgedeki cephaneliği patlatmasıyla, Fransızlar işgal ettikleri kısımdan çekilmek zorunda kaldılar. Bu sıralarda Fransızların kaleye sızdığını gören ve kuşatma sırasında topçu ateşiyle Osmanlı birliklerine destek vermekle görevli birliğin başındaki İngiliz amirali Horatio Nelson, yaptığı topçu ateşini kesti. Ama ertesi gün kalede duran Türk bayrağını görünce topçu ateşine devam etti.

    Kuşatmanın 52. gününde, kaleye Rodos Adası'ndan 3000 kadar Nizam-ı Cedid askeri geldi. Zaten yıpranmış olan Fransız ordusu, bunu duyunca iyice demoralize oldu. Karşısında daha büyük bir ordu vardı. Artık Napolyon'un aklına yapabilecek bir şey gelmiyordu.

    Kuşatmanın 64. gününde, Napolyon ani bir geri çekilme kararı aldı. Çünkü bu kaleyi ele geçiremeyeceğini anlamıştı. Uzakdoğuyu sömürgeleştirme planı Akka Kuşatmasının yenilgiye uğramasıyla başarısızlığa uğramıştı. "Eğer Türkler beni Akka önünde durdurmasaydı, bütün doğuyu ele geçirmek işten bile olmayacaktı" sözüyle geri çekildive Sayda ve Mısır'ı Osmanlı'ya bıraktı. Sonra da Osmanlı Devleti ile Paris Barış Senedi imzalandı.

    NAPOLYON VE YAHUDİLER

    Napolyon'un Yahudiler ile ilgili tavırları açık değildir; çeşitli zamanlarda hem Yahudiler lehine hem de aleyhlerine demeçler verdi. Tarihçi haham Berel Wein, Triumph of Survival kitabında Napolyon'un Yahudilerin cemaat olarak kalkınmasındansa asimile olmalarını yeğlediği anlatılır: "Napolyon'un Yahudilere karşı dışa dönük hoşgörülü ve adil tutumu aslında onların asimilasyon, karışık evlilikler ve din değiştirme yoluyla eritilmesini öngören büyük planının bir parçasıydı."

    Champagny'deki İçişleri bakanına yazdığı 29 Kasım 1806 tarihli mektup:

    "Dünyadaki bütün ülkelerde Yahudilerin uygarlıklara ve toplum düzenine zararlı aktiviteler yok edilemese bile aza indirgenmelidir. Zararlar engellenmelidir; engellemek için Yahudiler değişime uğratılmalıdır. Gençleri ordumuza katıldığı zaman Yahudi değerlerinden uzaklaşıp Fransız değerlerini benimseyecektir."

    Sonuç olarak Napolyon'un bu politikaları Yahudilerin Avrupa'da maruz kaldığı olumsuzluklarıdeğiştirdi ve bu Yahudiler tarafından takdir edildi. Napolyon 1806'da, Yahudilerin Fransız İmparatorluğundaki konumunu destekleyen bazı kararlar aldı, Yahudi temsilcilerden oluşan Sanhedrin'in kurulmasına olanak sağladı. Fethettiği ülkelerde Yahudilerin gettolarda yaşama zorunluluğunu kaldırdı. 1807'de Roma Katolisizmi, Lüteranizm ve Kalvenist Protestanizm ile birlikte Yahudiliği de Fransa'nın resmi dini yaptı. 17 Mart 1808'de Napolyon décret infâme adı altında bazı reformlarını geri çekti ve Yahudilere olan borçları kaldırdı, indirdi veya erteledi; bu olay Yahudi cemaatinin çökecek kadar kötü bir duruma gelmesine sebep oldu. Asimile olmaları umuduyla Yahudilerin yaşayabileceği yerleri sınırladı. Bu yasaklamalar 1811'de tekrar geri çekildi.

    Napolyon uzun vadede politik faydasını göreceğini inandığından Yahudiler, Protestanlar ve Katolikler gibi ezilmiş azınlıklara eşit haklar verdi. 1816'da sürgünden sonra doktoru Barry O'Meara'nın Napolyon'a Yahudilere neden özgürlük verdiğini sorması üzerine Napolyon şu cevabı verdi:

    "Ana amacım Yahudileri özgürleştirip onları tam bir vatandaş yapmaktı. Katolikler ve Protestanların faydalandığı özgürlük, kardeşlik ve eşitlik haklarını onlara vermek istedim.. Ayrıca düşündüm ki diğer uluslarda olmayan ayrıcalıklardan faydalanmak için ülkemize çok sayıda Yahudi gelecek ve Fransa'yı zenginleştirecekti. 1814 olayları dışında birçok Avrupa Yahudisi özgürlük, kardeşlik ve eşitlik içinFransa'ya gelip herkes gibi Fransa’ya hizmet edecekti."

    Bonapart ve Filistin'de Yahudi devleti
    Napolyon 1799'da Akka kuşatması sırasında Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması ilanını hazırladı, fakat resmileştirmedi. Kuşatma Osmanlı İmparatorluğu tarafından bastırılınca bu plan gerçekleştirilemedi. Napoleon and the Holy Land yazarı Nathan Schur gibi bazı tarihçiler Napolyon'un "Yahudi devleti" planında ciddi olmadığını, bunun propaganda amaçlı olduğunu düşünmektedir. Bazı kişiler Napolyon'un bir Yahudi devleti ilan etmesinin sebebini, Akka'nın lideri Ahmed al Jazzar'ın Yahudi danışmanı ve Akka'nın savunmadan sorumlu kumandanı Haim Farhi'yi ve onun aracılığıyla Cezzar Ahmet Paşa’yı kendi tarafına çekmek istemesiydi. Fransız tarihçi Henry Laurens'e göre ise Napolyon'un Yahudi devleti ile ilgili bir bildirgesi hiçbir zaman olmamıştır.

    Kaynakça;

    Wikipedia

    Osmanlılar Albümü 2.Kitap

    Ayrıntılar

    Nicolas Maduro

    Venezuela’da 14 Nisan 2013 günü yapılan genel seçimlerin ardından Venezuela devlet başkanlığına seçilmiştir. Eski devlet başkanlarından Hugo Chávez'in altında 2012-2013arasında da Devlet Başkan Yardımcısı olarak görev yapmış,Chavez'in ölümünün ardından ise seçilene kadar geçici başkan olarak görev yapmıştır.

    2006- 2013 yılları arasında Başkan Hugo Chavez hükümetinde Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. Maduro, Chavez hayattayken uzmanlar tarafından "Chavez'in iç çemberinin en yetenekli yöneticisi ve siyasetçisi" olarak tarif edilmiştir.

    HAYATI

    Nicolás Maduro Moros, Caracas, Venezuela'da 23 Kasım 1962 tarihinde işçi sınıfı bir ailede doğdu. Maduro’nunbabası NicolásMaduroGarcía ülkenin önde gelen bir sendika lideriydi..Maduro sol görüşlü "MovimientoElectoral del Pueblo'nun (MEP) militan üyesiydi. Maduro, Karakas'ın batı yakasında işçi sınıfı bir mahalle olan Los Jardines‘debüyüdü. María Teresa, Josefina ve Anita adında üç kız kardeşi vardır.

    BAŞKANLIK DÖNEMLERİ

    Kanser tedavisi gören Başkan Hugo Chavez’in ölümüyle 14 Nisan 2013 tarihinde yapılan Başkanlık seçiminde %50,6 oy oranıyla Bolivarcı Venezuela’nın devlet başkanlığına seçildi.20 Mayıs 2018 tarihindeki Başkanlık Seçimi'ndeMaduro %67,8 oy oranıyla ilk turda rahatça kazanarak bir dönem daha Devlet Başkanlığı görevini sürdürme yetkisi aldı. Ancak seçime katılım %46 ile Venezuela tarihindeki en düşük seviyesinde kaldı. Foro Penal Venezuela, Súmate, Voto Joven, Venezuela Seçim Gözlemevi ve Vatandaşların Seçim Ağı gibi bazı Venezuelalı STK'lar, seçim programlarının usulsüzlükleri konusundaki endişelerini dile getirdiler, muhalefet partilerinin katılımının engellendiğini ve standart seçim işlevlerine yeterli zaman ayrılmadığını iddia ettiler.Bu nedenle de Birleşmiş MilletlerAvrupa Birliği Amerikan Devletleri Örgütü, the Lima Grup Avustralya ve ABD gibi ülkeler seçim sürecini tanımadıklarını açıkladılar.Ancak, Rusya, Çin, Türkiye, Küba, İran, Kuzey Kore, Suriye gibi diğerbirçok ülke ise seçim sonuçlarını tanıdıklarını açıkladılar.

    AMERİKA’NIN BAŞINA ÖDÜL KOYDUĞU ADAM

    ABD, Venezuella Devlet Başkanı Nicolas Maduro hakkında, "uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı" suçlamasıyla iddianame hazırladı. ABD ayrıca, Maduro'nun yakalanması veya tutuklanması için bilgi verenlere 15 milyon dolar ödül verileceğini duyurmuştu.

    MADURO VE FİLİSTİN

    Ülkesinde ABD destekli darbe girişimiyle indirilmek istenen Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, Filistin davası için bunları söylemişti:


    "Filistin, dayan, yıkılma, diren. Dünya uyanıyor artık ve halkların ortak çığlığı dünyaya hükmedecek. Daha önceden de söylediğim gibi, tekrar söylüyorum, öncelikle İsrail halkı, Allah aşkına bu Filistin'e yapılan katliama karşı koyup 'dur' demelisiniz. Sessiz kalmayın. Bütün kalbimizle diliyoruz ki, Filistin halkının katilleri hak ettikleri cezayı alacak, adalet yerini bulacak. İsrail halkı, durdurun bu katliamı, yeter artık, sessiz kalmayın. Bu katliamın hiçbir açıklaması, bahanesi olamaz. Bu bir soykırım meselesidir artık. Ve Müslüman halklar, Arap halkları, Latin Amerika'nın halkları, tüm dünya halklarına çağrımız; Filistin halkının davası en temiz, en haklı davadır, en insancıl davadır. Bu desteklememiz gereken yaşam hakkıdır. Kendi topraklarında, huzur içinde yaşam hakkıdır. En haklı davadır bu. Yüzyıllardır yaşadığı topraklardaki yaşam hakkıdır."

    KAYNAKÇA;

    WİKİPEDİA

    Yeniakit.com

    Ayrıntılar

    Nureddin Zengi

    Halep’te doğdu. Yazısının güzel olması, çok okuması, hadis ezberleyip rivayet etmesi ve fıkıh bilgisiyle ilgili rivayetler onun iyi bir eğitim aldığını gösterir.
    Gençlik döneminde askerî bakımdan temayüz ettiği ve babası İmâdüddin Zengî’nin yanında zaman zaman savaşlara katıldığı bilinmektedir. İmâdüddin Zengî, Ca‘ber Kalesi’ni kuşattığı sırada kölesi tarafından öldürülünce 1146 yılında Nûreddin Zengi, bazı emîrlerle birlikte Halep’e gelip şehrin idaresini devraldı. Büyük kardeşi Seyfeddin Gazi başşehir Musul ve dolaylarına hâkim olunca (1146-1149) İmâdüddin Zengî’nin devleti ikiye bölünmüş oldu. Bu sırada Kuzey Suriye ile Güneydoğu Anadolu’nun bazı şehirleri Nûreddin Zengi’nin idaresine geçti (1).
    İmâdüddin Zengî’nin ölümünün ardından Edessa’yı (Urfa) kuşatan haçlı ordusu Nureddin Zengi tarafından dağıtıldı. Zengi daha sonra, 1147 yılında Halep bölgesine akınlar yaparak Haçlılar’dan Artah, Kafarlasa ve çevresini aldı (2). Bu gelişmeler üzerine Papa III. Eugenius, Fransa Kralı VII. Louis’ye ve bazı şövalyelere mektup göndererek onları yeni bir haçlı seferine yönlendirdi. Böylece, II. Haçlı Seferi’ne katılan ordular, 1148 yılının ilkbaharında Filistin’de yerli haçlılarla birleşerek Dımaşk’ı (bugünkü Şam) kuşattılar. Nureddin ve kardeşi Seyfeddin’in orduları haçlı ordusunun bölgeyi iyi tanımamasından da yararlanarak kuşatmayı kaldırmayı başardılar.

    Zengi kuzeydeki haçlı tehlikesini bertaraf ettikten sonra Filistin ve Lübnan’daki haçlı orduları üzerinde baskısını yoğunlaştırdı ve 1159 yılında Halep’e yönelen Bizans İmparatoru’nu anlaşma sağlayarak durdurdu. Kudüs kralı ile yaptığı kısa ateşkes sırasında Rakka ve Harran’ı alarak buraları kardeşi Nasreddin Zengi’ye bıraktı.

    Nureddin Zengi, iyi bir komutan ve adil bir hükümdardır. Öncelikli amacı Suriye ve Filistin’den Haçlılar’ın çıkarılması olduğundan, Ortadoğu’nun tarihi üzerinde önemli rol oynamıştır. Nûreddin Zengi, Kudüs’ün fethinden sonra gerekeceğini düşünerek belki bundan daha da önemlisi ardından geleceklere mesaj olması için bir Aksa ya konmak üzere bir minber yaptırmıştı (3). 1168 yılında minberin yapımını emrettiği minberin tamamlandığını göremeden 1174 yılında vefat etti. Minber, Zengi'nin oğlu Salih İsmail'in gözetiminde 6 yıllık bir emek sonucu tamamlanmıştır(4). Minber, çivisiz olarak Halepli bir usta tarafından yapılmıştır (5) ve Selâhaddin Eyyubi tarafından yerine konulmuştur.
    Selâhaddin Eyyubi’nin babası Necmeddin Eyyub, Selçuklular’ın Tikrît valisiydi. Selâhaddin’in doğduğu yıl aşiretiyle birlikte Tikrît’ten ayrılarak Musul’a gitti ve İmâdüddin Zengî’nin hizmetine girdi. Kardeşi Esedüddin Şîrkûh el-Mansûr ise Zengî’nin kumandanları arasına katıldı. İmâdüddin Zengî ölünce yerine oğlu Nûreddin Mahmud, Halep ve civarının hükümdarı oldu. Esedüddin Şîrkûh ise Nureddin’in en yakın kumandanı oldu. Necmeddin Eyyûb bu dönemde Dımaşk Atabegliği’ne (Tuğteğinliler) bağlanmak zorunda kaldı. İki kardeş, Nûreddin Zengi’nin haçlılarla mücadelesinde ve onun Dımaşk’ı ele geçirmesinde önemli rol oynadı. Nûreddin, Şîrkûh’u ordu kumandanlığına, Eyyûb’u Dımaşk valiliğine tayin etti. Böyle bir ortam içinde şehzade gibi yetişen ve iyi bir eğitim gören Selâhaddin genç yaşlarında haçlılara karşı yapılan seferlere katıldı ve Dımaşk şahneliğine (Şam’daki devlet görevlisi) kadar yükseldi. Amcasının ölümünün ardından Nûreddin Zengî’nin Mısır’daki ordusunun kumandanı olan Selâhaddin aynı zamanda Fâtımî halifesinin veziri olarak bu iki önemli görevi üstlendi. Selâhaddin, daha sonra Nûreddin Zengî’ye danışarak onun nâibi (vekil-danışman) sıfatıyla Mısır’ı ve Mısır’a bağlı yerleri müstakil bir hükümdar gibi yönetmeye başladı(9) .

    Nurettin Zengi, komutanlarına da özel önem verdi ve başta Selâhaddin olmak üzere birçok kişiyi gerek kumandanlık, gerekse siyaset konusunda yetiştirdi. Çocukluğunda iyi bir eğitim alan Nureddin, uygulamış olduğu usta siyaset sayesinde müslümanların birliğini sağlamış ve sonradan komutanlarından Selâhaddin Eyyubî tarafından gerçekleştirilecek olan Kudüs’ün fethinin zeminini hazırlamıştır. Kudüs’ün fethedilmesi Nureddin Zengî’nin hayali ve hedefiydi. Bu aşkla fetih gerçekleşmeden 20 yıl önce, yani 1168’de Mescid-i Aksa’ya konulmak üzere sanat değeri çok yüksek ağaç bir minber yaptırdı. 20 yıl Halep’te bekleyen minber Selâhaddin Eyyubî’nin Kudüs’ü fethinin ardından 1187 yılında Halep’ten getirilerek Mescid-i Aksa’ya orta mihrabın sağ tarafına yerleştirildi (7).

    21 Ağustos 1969 tarihinde fanatik bir yahudi tarafından çıkarılan yangında kısmen tahrip olan Kıble Mescidinde, Nûreddin Zengî’nin yaptırdığı şaheser niteliğindeki 800 yıllık tarihi ahşap minber de yanmıştır. Minberin yangından kurtarılmış olan birkaç parçası, Mescid-i Aksa’nın içerisinde bulunan İslâm Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca, yanan ahşap minberin orijnalinin aynısı yapılarak Kıble Mescidine tekrar konulmuştur. (6).

    Referanslar

    1 KÖK, B. (2007). Retrieved from http://www.islamansiklopedisi.info/: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=nureddin%20zengi%20mahmud

    2 http://www.filozof.net Retrieved from

    http://www.filozof.net/Turkce/tarihi-sahsiyetler-kisilikler/18211-nurettin-zengi-kimdir-hayati-donemi-hakkinda-bilgi.html

    3 YILDIZ, N. https://www.nureddinyildiz.com. Retrieved from https://www.nureddinyildiz.com/makaleler/sarkin-en-sevgili-sultani-salahaddin

    4 http://www.hurriyet.com.tr: http://www.hurriyet.com.tr/dunya/el-aksanin-yakilan-minberi-38-yil-sonra-eski-yerinde-5882261

    5 http://www.hazardernegi.org: http://www.hazardernegi.org/hazar-kudus-hazar/

    6 BOZKURT, N. http://www.islamansiklopedisi.info/. Retrieved from http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=290271

    7 https://www.zaferdergisi.com. Retrieved from https://www.zaferdergisi.com/makale/10328-bir-hayal-bir-caba-ve-bir-minber.html

    8 https://www.dunyabulteni.net/ Retrieved from https://www.dunyabulteni.net/filistin/mescid-i-aksa-45-yil-once-bugun-kundaklanmisti-h306984.html

    9 ŞEŞEN, R. http://www.islamansiklopedisi.info/. Retrieved from http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=360337

    Ayrıntılar

    Rachel Corrie

    1979’da ABD’nin Washington eyaletinin başkenti Olympia’da doğdu. Lise öğreniminin ardından Evergreen Devlet Koleji’nde öğrenimine devam etti. Üniversite yıllarında 3 yıl akıl hastalarına gönüllü ziyaretler yaptı. Özellikle üniversite yılları ile birlikte Barış ve Dayanışma için Olimpialılar grubuyla, bir barış gönüllüsü olarak ülkesindeki ve dünyadaki haksızlıklara karşı protesto gösterilerinde aktif yer aldı. Daha sonra, İsrail ordusunun Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki zalim uygulamalarını protesto için “Uluslarası Dayanışma Hareketine” katıldı. Doğduğu şehir olan ABD’nin Olympia ile Filistin’in Refah şehirlerinin kardeş şehir olması için girişimlerde de bulundu.

    Dönemin İsrail başbakanı zalim Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000 tarihinde yüzlerce İsrail askeri ve koruması ile Mescid-i Aksa’ya düzenlediği provakatif ziyaretiyle Filistinlilerin başlattığı 2. İntifada genişleyerek devam etti. Bu süreçte, İsrail de kendine tehdit gördüğü Filistinli birçok yerleşim yerini yıkma ve bölgeleri insansızlaştırma politikasına hız verdi
    Rachel Corrie 2003 yılında, Refah mülteci kampında yaşayarak Filistinlilerin acılarına ve yaşadıklarına ortak oldu. İsrail ordusu, filistinlilerin evlerini yıkma politikası kapsamında, 16 Mart 2003 tarihinde, Gazze Şeridi’nde bulunan Refah Mülteci Kampına, Mısır’dan Gazze’ye kazılan tünellerden silah kaçırıldığı gerekçesiyle, önceden tespit ettikleri evlerin yıkılmasına yönelik operasyon düzenledi. Cesaret sembolü, aynı zamanda mazlumların ve Filistinlilerin dostu, aktivist Rachel Corrie, gönüllü diğer yedi arkadaşıyla İsrail’i protesto ederken, İsrail ordusu desteğiyle evleri yıkmak için gelen İsrail ordusuna ait iş makinasının kendisini ezmesi sonucu olay yerinde can verdi.

    İsrail devletine karşı ailesi tarafından açılan davada, İsrail mahkemesi 2012 yılında, İsrail ordusunun herhangi bir suçu olmadığına ve ölüm olayının kaza olduğuna karar vererek, kendi kendilerini aklamışlardır.
    Masum bir aktivist olan ve ABD’den Filistin’e mazlum Filistinlilerin yaşadıkları acıya ortak olmak için gelen ve tüm bu zulümlerin kaynağı İsrail’i protesto etmekten başka bir düşüncesi olmayan Rachel Corrie’nin İsrail tarafından kasıtlı öldürülmesi, başta İslam coğrafyası olmak üzere batı dünyasını da derinden etkilemiş ve İsrail zulmünün amerikan vatandaşlarına kadar uzadığı tüm dünyaca da görülmüştür. Rachel Corrie’nin hatırasını yaşatmak için ailesi Rachel Corrie Vakfı’nı (The Rachel Corrie Foundation for Peace & Justice) kurmuş olup, Vakıf, mazlum coğrafyalardaki zulümlerin son bulmasına yönelik dünyada gündem oluşturma ve yardım faaliyetlerini sürdürmektedir.
    Rachel Corrie gibi gönüllü bir aktivistin, İsrail tarafından vahşice öldürülmesi de bir kez daha gösteriyor ki: "İsrail, insanlığa karşı küresel bir tehdittir."

    Ayrıntılar

    Sir Herbert Samuel

    Sir Herbert Samuel (1870-1963)

    Sir Herbert Samuel, aslen Yahudi esaslı bir İngiliz politikacısıdır. 1931-1935 yılları arasında liberal parti liderliği görevini de yürüten Sir Herbert Samuel, öncesinde İngiltere’nin Filistin’de Siyonistlere destek vermesi gerektiği görüşüne sahip ve bu yönde çalışmalar yapan bir bürokrattı. Nihayetinde ‘Filistin’in Geleceği’ isimli bir rapor hazırlamış ve 5 Şubat 1915 tarihinde hükümet üyelerine açıklamıştır. ChaimWeizmann’ın yakın arkadaşı olan Sir Herbert Samuel, bu yakınlığı sayesinde Siyonistler açısından önemli kabul edilen Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ve Siyonist Bildirge’nin (3 Şubat 1919) hazırlanmasında da katkıda bulunmuştur.

    Rusya ve Avrupa’da 1882’den itibaren artan Yahudi düşmanlığı ve Yahudi katliamları, Yahudilerin Filistin başta olmak üzere birçok ülkeye göç etmelerinin önünü açmıştır. Theodor Herzl başkanlığında 1896 yılında Basel Kongresi’nde Dünya Siyonist Organizasyonu kurulmuş ve bu organizasyon Yahudilerin Filistin’e göçleri ile alakalı ekonomik ve siyasi konuları takip etmiştir. Basel Kongresi sonrasında Yahudilerin Filistin’e göç etmelerinin esas sebebi Filistin’de Yahudi Ulusal Evi kurmak olmuştur. Osmanlı Devleti bu süreçte Filistin’de demografik yapının değişmesinin önüne geçmek için 1882-1914 yılları arasında Filistin’e Yahudi göçüne engel olmak için kararlar almıştır ve bu göçleri illegal göç olarak kabul ederek yasaklamıştır. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı sonrasında 30 Ekim 1918 yılında imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla Filistin’den tamamen çekilmek zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra Filistin yönetimini Filistin’i işgal eden İngiliz Askeri İdaresi almıştır. 1 Temmuz 1920’de askeri idare sona ermiş ve yönetimi İngiliz Sivil Yüksek Komiserliği devralmıştır.

    Filistin yönetimini İngiliz Sivil Yüksek Komiserliği devraldıktan sonra İngiltere Başbakanı Lloyd George, Komiserlik görevine Filistin üzerine çalışmalarını yakından takip ettiği Sir HerbertSamuel’i atamıştır. Sir Herbert Samuel bu görevi 1 Temmuz 1920- 1 Haziran 1925 tarihleri arasında yaklaşık 5 yıl süreyle yapmıştır. Göreve gelir gelmez ilk yaptığı icraatlardan birisi Yahudi göçlerini denetlemek için 26 Ağustos 1920’de Filistin Göç Departmanını kurdurmak olmuştur. Böylelikle Osmanlı Devleti tarafından illegal kabul edilerek yasaklanan Filistin’e Yahudi göçleri İngiliz yönetimi ile resmileşmiş ve Filistin’de Yahudi nüfusunun artmasının önü açılmıştır. Sir Herbert Samuel, Yahudi göçleri ile alakalı rahat kararlar alabilmek için Filistin Göç Departmanını doğrudan kendisine bağlamıştır ve bütün atamaları Siyonist yanlısı kişilerden seçmiştir. Bunlardan birisi de göç departmanı direktörlüğüne atadığı Albay Morris’tir. Bu Siyonist yanlısı atamalarının yanı sıra Sir Herbert Samuel, Dünya Siyonist Organizasyonu’nu Yahudi göçleri konusunda yetkili tek resmi kurum olarak 1 Eylül 1920’de tanımıştır. Dünya Siyonist Organizasyonu göç edecek kişilerin bilgilerini içeren listeleri 6 ayda bir Filistin Göç Departmanı’navermiştir. Ayrıca Sir Herbert Samuel, Dünya Siyonist Organizasyonu içerisinde Yahudi Ulusal Evi’nin kurulması için çalışmalar yapması için bir Yahudi Ajansı oluşturulması girişimlerinde bulunmuştur.

    Sir Herbert Samuel, 5 yıllık görevi sürecinde gerçekleşen Yahudi göçleri neticesinde 1925’de 847.328 genel nüfus içerisinde Yahudi nüfusu 121.725’e yükselmiştir. Sir Herbert Samuel göreve gelmeden önce toplam Yahudi nüfusu 66.574 iken, Sir Herber Samuel görevini bıraktığında bu rakam 2 kat artarak 121.725’e ulaşmıştır..

    Referanslar

    Samuel, H. (1945). Memoirs. London: Cresset Press.

    MANDEL, N. J. (1974). Ottoman Policy and Restrictions on Jewish Settlement in Palestine 1881-1908. Middle Eastern Studies. Vol. 10. No. 3. s. 312-332.

    Deveci, C. (2017). Herbert Samuel döneminde Filistin'e Yahudi Göçleri (1920-1925). Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (42), 1-18.

    Ayrıntılar

    Sultan Abdülhamid-i Sani

    Sultan 2. Abdülhamid Hân Hayatı (1842-1918) ve Saltanat Dönemi (1876-1908)
    Sultan 2. Abdülhamid, 21 Eylül 1842 tarihinde dünyaya geldi. Osmanlı Sultanlarının otuz dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusudur. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tîrimüjgân Kadınefendi’dir. On bir yaşında annesini kaybettiği için, babasının emriyle, hiç çocuğu olmayan Sultan Abdülmecid’in eşlerinden Piristû Kadınefendi kendisine analık etti. Özel hocalar tayin edilerek eğitildi. Genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etmiştir. Şâzeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-Hüdâ Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıştır.

    Anne sevgisinden mahrum oluşu, babasının kendisine karşı soğuk davranması onu çocuk yaşından itibaren yalnızlığa mahkûm etmiştir. Taht için uzak bir namzet oluşu dolayısıyla saray muhiti de kendisine pek ilgi göstermemiştir. Saray halkı ve devlet büyükleri, zeki, fakat düşünce ve kanaatlerini asla dışa vurmayan Şehzade Abdülhamid’i pek sevmezdi. Daha genç yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleri görüldüğündenamcası Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde onu da yanında götürmüştü.

    Sultan II. Abdülhamid, kardeşi V. Murat’ın yerine 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıktı. Bu sırada devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu. Sultan Abdülaziz devrinde başlayan Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına, V. Murad devrinde Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya “Şark Meselesi”ni halletmek üzere fırsat kolluyordu. Malî imkânsızlıklar yüzünden isyanlar bastırılamıyordu. 19 Aralık 1876’da sadrazamlığa Midhat Paşa getirildi. Dört gün sonra da İngiltere’nin teklifini kabul eden devletler İstanbul’da toplandı. Aynı gün yüz bir pâre top atışıyla Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kānûn-ı Esâsî ilân edildi (23 Aralık 1876). Alelacele hazırlanarak İstanbul Konferansı’nın toplandığı gün ilân edilen anayasa ile, Batılı devletlerin aşırı isteklerde bulunmaları önlenmek istenmişti.

    Fakat Batılı devletler bunu ciddiye bile almadılar. Daha önce Rus elçiliğinde hazırladıkları teklifleri, kabul edilmesi için Bâbıâli’ye sundular. Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını tehlikeye sokacak kadar ağır hükümler taşıyan teklifler, padişahın emriyle 18 Ocak 1877 günü toplanan ve askerî, mülkî ve adlî üyelerle hükümetin ve gayri müslim ruhanî reislerin katılmasıyla oluşan 180 kişilik Meclis-i Umûmî’de görüşülerek oy birliğiyle reddedildi.

    İngiltere’nin teşebbüsüyle toplanan
    Londra Konferansı, Ruslar’ın tekliflerini kapsayan Londra Protokolü’nü 31 Mart 1877’de imzalayarak, kabul edilmesi için 3 Nisan 1877’de Bâbıâli’ye sundu.
    Ağır hükümler taşıyan bu protokol de, padişahın isteğiyle mecliste görüşülerek reddedildi. Durum 12 Nisan 1877’de hükümet tarafından Batılı devletlere bildirildi. Böylece ağır şartlar içeren talepleri Osmanlı tarafından reddedilen Rusya, 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilân etti. Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar Rusya’nın yanında yer aldılar.
    Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın fevkalâdebaşarıları savaşın genel gidişini durduramadı; Türk orduları cephelerden çekilmeye başladı. Onların ardından on binlerce Müslüman-Türk muhacir de İstanbul’a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Memleketin son derece karışık günler yaşadığı bu sırada, bu konularda tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte idi.

    Hicri takvime göre 1293 yılına denk geldiği için “93 Harbi” denilen bu harpte Ruslar, Tuna ötelerinden İstanbul Yeşilköy’e kadar geldiler. Yeşilköy’ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola’nın kılıcına dayanarak dikta ettirdiği sulh şartları “Ayastefanos Muâhedesi” adıyla târihe geçmiştir. Sultan Abdülhamît, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilâlci kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya aleyhtârı olan İngiltere’yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya’ya karşı kullanabilme çârelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası’nı “hukûk-i şâhânesi bâkî kalmak şartıyla” bir üs sûretinde kendilerine vererek Ayastefanos Antlaşması’nın iptaliyle, onun yerine Berlin Antlaşma’nin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu antlaşmayla mâruz kalınan kayıpların büyük bir kısmı telâfî edilmiştir. Böylece ihtilâlci kadronun sebep olduğu “93 Harbi” felâketi, O’nun dâhiyâne siyâseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş oldu. Abdülhamît Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak kapatmıştır.

    Bu hâdiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamît, batıda Çatalca ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm ederek sulhçu bir siyâsete yönelmiş, memleketin dâhilde kalkınmasını sağlayacak hamlelere girişmiştir.
    Balkan ve I. Dünya Savaşlarında ehemmiyeti ortaya çıkan bu tahkîmat, O’nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir. Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır.

    Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Ali Suâvî, bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek etrafına bir kısım muhalifleri de toplayıp Çırağan Sarayı’na yürüdü. Amaçları, Sultan Abdülhamît’i devirerek, bu sarayda göz altında tutulan V. Murât’ı tekrar tahta geçirmekti. Sultan Abdülhamît, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin ihânetlerine ilâveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler’in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki Abdülhamît Han, kendisine muhâlif olanların «istibdâd» dedikleri sıkı bir dâhilî siyâset takibine mecbûr kaldı.

    Sultan Abdülhamîd Han, bu karışıklıklara rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede mükemmel bir «istihbarat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilâtta, kendisine karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan Ermeni asıllı Jorris’i dahî bir istihbârât elemanı gibi kullanması da bu zekice siyasete bir örnektir. Hattâ İngilizlerin Madrid büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamît’le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizleri bu istihbârâtın kapsamı hakkında dehşete sevketmiştir.
    Sultan Abdülhamid Han, İngiliz ajanlarının Arap milliyetçiliğini yaymak, halifeliğin Arapların hakkı olduğu iddiasıyla Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayretlerine Panislâmizm politikası ile karşı koymaya çalıştı. Müslümanlar arasında birliği sağlamak amacıyla dinî propagandaya girişti.
    Bu konuda tarikat şeyhlerinden ve nüfuzlu kabile reislerinden de faydalandı. En önemli ve tecrübeli yöneticileri, Anadolu ve Suriye başta olmak üzere, müslümanların çoğunlukta olduğu vilâyetlere gönderdi. Halifelik makamından faydalanarak Panislâmist ideolojiyi yaymaya çalıştı. Halifelik sıfatını Osmanlı padişahları arasında en çok kullanan o oldu. Bu sıfatın verdiği güçle, Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndererek İslâmiyet’in oralarda da yayılması için çalıştı. Abdülhamid’in Çin’deki tesiri o kadar büyük oldu ki, Pekin’de onun adına bir İslâm Üniversitesi açıldı ve kapısında Türk bayrağı dalgalandı. Şam’dan Mekke’ye kadar uzanan Hicaz demiryolunu inşa ettirdi. Araplar arasında başlattığı yoğun propagandalarla, ortak düşmanın, İslâmiyet’in düşmanı olan Batı emperyalizmi olduğunu ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürdü.

    Abdülhamid Han döneminde eğitim, bayındırlık ve tarım alanında olumlu gelişmeler görüldü. Bilhassa eğitim alanındaki gelişmeler büyüktür. Kendi gelirleriyle ayakta duramayan medreselerin yeni usullerle eğitim veren okullara dönüştürülmesine hız verildi. Kaliteli uzman-memur yetiştirmek üzere yüksek okullar açıldı. Mekteb-i Mülkiyye, Mekteb-i Hukuk, Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Hendese-i Mülkiyye, Dârülmuallimîn-i Âliye, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi, deniz ticareti, orman ve maâdin, lisan, dilsiz ve âmâ mektepleriyle Dârülmuallimât ve kız sanayi mektepleri, fen ve edebiyat fakültelerinden oluşan Dârülfünun hep Abdülhamid döneminde açılmıştır. Bu yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretime de önem verilmiştir. Bilhassa Batı tarzındaki ilk ve orta tahsilin kurulması bu dönemdedir.

    Abdülhamid bütün vilâyetlerle sancakların çoğunda rüşdiyeler kurdurdu. Yalnız İstanbul’da açtırdığı idâdîlerin sayısı altıdır. İbtidâî denilen ilk mektepleri köylere kadar götürdü. Rüşdiyelerden itibaren yabancı dil öğretimi mecburi tutuldu. Birçok vilâyette dârülmuallimînler ve hukuk mektepleri açtırdı. Memlekette kültür seviyesini yükselten Abdülhamid, Müze-i Hümâyun (Eski Eserler Müzesi), Askerî Müze, Bayezid Kütüphâne-i Umûmîsi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültür müesseselerini de kurmuştur. İmparatorluk içindeki vakıf kütüphanelerinin kitap mevcudunu tesbit eden ilk kataloglar da bu dönemde yapıldı.

    Koyu bir sansür uygulandığı halde, yayın çalışmalarını bizzat desteklediği için kitap, dergi ve gazete sayısında büyük artışlar oldu.
    Abdülhamid ayrıca, başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun çeşitli şehirlerinin önemli fotoğraflarını ihtiva eden çok değerli bir albümler koleksiyonu hazırlattı. Bu albümler bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Sağlık alanında da önemli adımlar atıldı. Tıbbiye’de öğretim dili Fransızca’dan Türkçe’ye çevrildi. Haydarpaşa Tıbbiyesi ve kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastahanesi ile bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı Dârülaceze onun sağlık ve sosyal yardım alanlarında attığı önemli adımlardır.

    Sultan Abdülhamît Han’ın dünyâ çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde baş gösteren Ermeni Meselesi’dir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca “teb’a-i sâdıka” olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Rusların propagandalarına aldanarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün Hıristiyan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa dâhil oldular. Nasıl Balkanlar’da Hristiyan unsurları Osmanlı’ya karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa, aynı şekilde ülkemizin doğusundaki Hristiyan olan Ermenilere de, önce istiklâl hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak en yakın liman olan İskenderun’dan Akdeniz’e inme siyâsetini takibe başladılar. İşte Ermeni kıyâmının ortaya çıkmasının asıl sebebi bu Rus düşüncesidir.

    Sultan Abdülhamît Han, Rusların, bu maksadla Ermenileri silâhlandırma faâliyetini ve bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedi. Derhal Ermenileri toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurdu. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, Yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi. Nitekim kendisine Viyana’da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına, îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirildi. Bu bomba, kendisinin Şeyhulislâm ile Cum’a namazı çıkışında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yıldız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve yaralandı.

    O sırada Rus tahrikiyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar’ı cadı kazanı hâline getirmişti. Bunlarla mücâdele eden birliklerin bir takım subayları, İttihat-Terakkî ve onun arkasındaki Yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamît Han’ı II. Meşrûtiyet’in ilânına zorladılar. Abdülhamît Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat, gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna fırsat bulamamıştı. 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilân etti. II. Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine imparatorluğun dağılmasını daha da hızlandırdı.

    Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Meclisi’ne üye gönderilmesine engel olmak için 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i işgal etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. Bir gün sonra da Girit, Yunanistan ile birleştiğini açıkladı.

    İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyordu. Bu durum, ortaya çıkan nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları sandıkları avcı taburlarını Rumeli’den getirip Taşkışla’ya yerleştirdiler. Fakat bunların başlarında bulunan subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabına sürüklendiler ve askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburlarındaki askerler, halkla temas kurma imkânı buldular. Böylece İttihat ve Terakkî’nin amaçladığı zulüm ve hıyânetlerini öğrendiler. Bunun üzerine, askerler korumaya me’mur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar. İstanbul’da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. 31 Mart Vak’ası denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede görerek korkuya kapılan İttihat ve Terakkî, Rumeli’den “Hareket Ordusu” denilen çoğu Rum, Ermeni ve Yahûdî çapulcusu on beş bin kişilik bir kuvveti İstanbul üzerine sevk ettiler.

    Sultan Abdülhamît, bu çapulculara karşı aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Kendisine sadık olan Birinci Ordu ile, Hareket Ordusu’na karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek, Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söyledi. Bu kadarla da kalmayıp Topçu feriği Hurşid Paşa ile Dersvekili Hâlis Efendi’yi Hareket Ordusu’na göndererek meşrutiyetin korunduğunu bildirdi. Birinci Ordu kumandanına da Hareket Ordusu’na karşı koymamaları konusunda askere yemin ettirmesi tâlimatını verdi. İşte bunun üzerine İstanbul’a giren Hareket Ordusu kısa sürede şehre hâkim oldu.

    Yeşilköy’de toplanan ve II. Abdülhamid’in yönetimden uzaklaştırılmasına (hal’ine) karar veren Meclis-i Millî âzaları, asayiş sağlandıktan sonra 26 Nisan 1909 günü İstanbul’a dönerek, ertesi gün Ayasofya civarındaki binasında tekrar Meclis-i Umûmî-i Millî adı altında toplandı. Meclis 240 mebus, otuz dört âyan olmak üzere toplam 274 kişiden oluşmakta idi. Hal‘ fetvasının ilk müsveddesini sarıklı mebuslardan Elmalılı Hamdi Efendi [Yazır] yazdı. Fetvada Abdülhamid’e, icraatı ile bağdaşmayan asılsız ve mesnetsiz iddialarda bulunuluyordu. Nitekim fetvayı imzalamak üzere meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nûri Efendi bu fetvayı okuduktan sonra imzalamaktan çekindi. Sebebi kendisine sorulduğunda da fetvada padişaha isnat edilen üç önemli suçu Abdülhamid Han’ın işlediği kanaatinde olmadığını söyledi. Bu suçlar; Otuzbir Mart Vak‘ası’na sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazinesini israf etmekti.

    Son derece dürüst ve metin bir kimse olan Nûri Efendi, Abdülhamid’e saltanattan feragat etmesi teklifinde bulunulmasının daha doğru olacağını ileri sürdü. Bunun üzerine fetvanın son kısmı değiştirilerek hal‘ veya feragat şıklarından birinin tercihi meclise bırakıldı. Hacı Nûri Efendi buna rağmen padişaha isnat edilen suçlamalardan dolayı fetvayı imzalamamakta diretti. Hatta istifa ettiğini dahi söyledi. Nihayet, sarıklı mebuslardan Mustafa Âsım Efendi, Hacı Nûri Efendi’yi ikna etti. Şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından imzalanarak hukukîleşen fetva mecliste okununca, mebusların bir kısmı derhal hal‘ine karar verilmesi yönünde bağırmaya başladılar.

    Hal’ edilmesinin hemen ardından Sultan, kasden bir Yahûdî muhîti olan Selanik’e gönderilip orada zengin bir Yahûdî âile olan Alâtini Biraderler’in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. “Şahsî mülkler”i millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu İstanbul’a geldiğinde Pâdişâh’ın tahttan indirilmesiyle birlikte Yıldız Sarayı’nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile “orduya hediye” adı altında âdetâ büyük bir servete kondular.

    Selânik’te Alâtini Köşkü’ne yerleştirilen Abdülhamid, orada vaktini marangozluk ve demircilikle geçirdi. Abdülhamid saltanatta iken, Bulgar kilisesinin Rum Patrikhânesi’nden ayrılmasından beri Balkan devletleri arasında devam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların Osmanlılar’a karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştu.
    Fakat İttihatçılar’ın, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi unsura ait olduğunu nüfus nisbetine göre tayin etmeleriyle aralarındaki ihtilâf kalktı ve Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan savaşlarını başlattılar. Kendisine gazete verilmediği için bu gelişmelerden haberdar olamayan Abdülhamid’in, düşmanın Selânik’e yaklaşması üzerine İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Durumu kendisini almaya gelen heyetten öğrenen Abdülhamid, Balkan ittifakına ve bu ittifaktan hükümetin haberdar olmamasına hayret etti. Dört Balkan devletinin ittifakını duyar duymaz Kiliseler Meselesi’nin halledilip edilmediğini sordu. Halledildiğini öğrenince de ittifakı tabii buldu. Selânik’ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid’e tehlikeden bahsedilince, “Ben de bir silâh alır, askerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehid olurum” cevabını verdi ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti.

    İstanbul’a gündüz çıkmak şartıyla Selânik’ten ayrılmayı kabul eden Abdülhamid, İstanbul’dan gönderilen Alman sefâretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Hayatının son yıllarını burada geçirdi. I. Dünya Savaşı’nın en buhranlı günlerinde hükümette en nüfuzlu kimseler olan Talat ve Enver Paşalar, İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndererek Abdülhamid’in tecrübelerinden faydalanmak istediler. Eski padişah artık verebileceği hiçbir fikir ve tavsiye edebileceği hiçbir tedbir kalmadığını, devletin daha savaşa girdiği gün yıkıldığını belirterek dünya denizlerine hâkim devletlere karşı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girişilmiş olmasının çok büyük bir sorumsuzluk olduğunu söyledi. Abdülhamid’in kıymeti bu dönemde daha iyi anlaşıldı. Saltanatı döneminde aleyhinde bulunan pek çok aydın onun lehinde yazılar yazmaya başladı.

    Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamît Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918’de rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Cenazesi Topkapı Sarayı’na nakledilerek teçhiz ve tekfini orada yapıldı. Sultan Reşad’ın iradesiyle, ölümünün ertesi günü padişahlara mahsus muazzam bir törenle Divanyolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi.

    Sultan Abdülhamid halifelik makamına yakışır iffet, haysiyet, vakar ve namus timsali bir kimse idi. Dindardı, hayır yapmasını severdi. Kan dökülmesinden asla hoşlanmazdı. Otuz üç yıllık saltanatı süresince imzaladığı ölüm fermanlarının sayısı birkaç taneyi geçmez. Kimsenin rızkına mâni olmak istemez, yurt dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflerine dahi maaş bağlatırdı.
    Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda sayısız misâller vardır. O’nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuz üç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.

    Mekânı cennet olsun!..

    Sultan 2. Abdülhamid Han ve Filistin Meselesi
    XIX. yüzyılın son çeyreğine gelinceye kadar Osmanlı Devleti'nin gündeminde Yahudi bağlantılı bir Filistin meselesi yoktu. Bu döneme, hatta devletin yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'nin Filistin toprakları dışında bulunan bölgelerindeki Yahudiler rahat bir azınlık olarak yaşadılar. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde herhangi bir bölgede çoğunluğu oluşturmadıklarından ve ayrılıkçı bir hareket de geliştirmediklerinden Osmanlı tebaasından olan Yahudilerle devletin ciddi bir sıkıntısı olmamıştı. Bu durum 93 Harbi'nden hemen sonra ısrarla Filistin'e yerleşmek isteyen yabancı uyruklu Yahudilerin giderek artmasıyla değişmeye başladı.

    Artık Filistin'e Yahudi göçü siyasi bir çehre kazanıyordu. Osmanlı Devleti bölgede tarih içinde oluşmuş cemaatler arası nüfus dengesinin bozulmasından endişe ederken, Avrupa'da Yahudi aleyhtarlığının (anti-semitizm) giderek yaygın hale gelmesi, komşu ülkeler Romanya ve Rusya'da Yahudilere kötü muamele edilmesi kısa süre içerisinde Osmanlı Devleti'ni etkilemeye başladı. Nitekim devlet, 93 Harbi'nde alınan ağır yenilgi sonrasında ortaya çıkan yüz binlerce Müslüman mültecinin yanı sıra Edirne ve İstanbul'a sığınan binlerce Yahudi'ye de yardımda bulunmak zorunda kalmıştı. Dahası, aynı yıllarda Romanya ve Rusya'da kendilerine hayat hakkı tanınmayan yüzlerce Yahudi ailesi İstanbul'a gelmişti. Benzeri durumlar 1892, 1899 ve 1900 yıllarında da yaşanmış ve İstanbul'a gelen binlerce Romanya ve Rusya kökenli Yahudi ailesi Edirne, Kıbrıs ve Mezopotamya gibi Filistin'e uzak bölgelere yerleştirilmeye çalışılmıştı.

    Yahûdilerin Filistin için örgütlü olarak çalışmalarını 1861 tarihine kadar götürebiliriz. Bu tarihte İngiltere ve Fransa’da kurdukları cemiyetlerle, Yahûdîleri koruma ve Filistin’i Yahudi ülkesi yapabilme faaliyetlerine başlamışlar ve fikirde kalan bu hareketlerini 1882 tarihlerinden itibaren iki yolla eyleme dönüştürmüşlerdir.
    Birincisi Filistin’e göçler ve yerleşme çabalarıdır. İkinci sebep ise 1877-18778 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi)’ndan sonra, siyonistlerin Filistin’i yurt yapma düşüncesi ile uluslararası düzeyde girişimlerde bulunmalarıdır. Yahudilerin bu girişimlerine tepki olarak, Osmanlı devlet erkanı Filistin’e yapılacak Yahûdî göçünün var olan düzeni bozacağını düşünmüş ve Padişah İkinci Abdülhamid ve diğer devlet ricali Filistin topraklarında Yahûdî yerleşimine karşı engel olma siyasetini uygulamışlardır. Filistin meselesinde İttihad Terakkî Fırkası ilk zamanlar ılımlı tavır sergilemiş fakat daha sonraları onlar da Sultan Abdülhamid’in Filistin siyasetini benimsemiş ve Yahûdî göçünü engellemeye çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen siyasi olaylar, Osmanlı hükümetlerinin haklılığını ortaya koymuştur.

    Sultan II. Abdülhamid, 1876-1909 tarihleri arasındaki saltanatı süresince Filistin ve kutsal topraklar üzerinde özellikle Yahudiler tarafından oynanan oyunlara dikkatle yaklaşmıştır. Bu sebeple tahta çıkışının ilk yıllarından itibaren Yahudilerin Kudüs ve civarında sürekli ikametini yasaklayan fermanlar çıkarmıştır. Siyonistler Filistin’e yerleşmek için attıkları her adımın karşısında Sultan II. Abdülhamid’i bulmuşlardır. Filistin’de bir Yahudi devleti kurma gayesinin gerçekleşmesi yolunda bölgedeki Yahudi nüfusunu arttırmak için ilk etapta buraya göçü sağlamaya çalışmışlardır.

    Sultan İkinci Abdülhamid Han, Yahudilerin bu tehlikeli niyetini sezdiği için 1882 yılında hac maksadı dışında hiçbir Yahudinin Kudüs’e sokulmamasını emretmişti.
    Lakin Yahudilerin yerli taşeronlar kullanarak gizli gizli arazi satın aldıklarını öğrenince 5 Mart 1883 tarihli bir kanunla bu gizli satışlar iptal edilmiş, oraya gönderilen heyetlerle Yahudilerin maksatları ve nihai hedefleri üzerine Filistin ahâlisi bilinçlendirilmiştir. Yine de satmak isteyenlerin arazisi Sultan II. Abdülhamid nâmına satın alınmaya başlanmıştır. Filistin “Çiflikât-ı Şâhânesi” böylece vücûda gelmiştir. Bu defa Osmanlı tebaası olan Yahudilerin bu faaliyetleri yürüttüğü görülmüş, bunun üzerine 3 Nisan 1893 tarihinde Filistin’de Yahudilerin arazi satın almaları hususundaki yasak Osmanlı vatandaşı olan Yahudi asıllı kimselere de teşmil edilmiştir. 1883’te çıkarılan bir irade-i seniyye ile de Yahudilere mülk satışı yasaklanmıştır. Ayrıca padişah Hazine-i Hassa’daki şahsi mal varlığı ile Filistin’de mümkün olduğu kadar fazla toprak alarak, Yahudilerin toprak satın almalarını engellemeye çalışmıştır. Ancak Yahudiler, Filistin’e doğrudan yerleşmenin mümkün olmadığını anlayınca hileli yollara başvurmuşlardır. Rus ve Doğu Avrupa Musevileri Almanya, Avusturya veya İngiltere’ye uğrayıp bu devletlerin vatandaşlığına geçtikten sonra Filistin’e sızmışlardır.

    Abdülhamid döneminde Filistin’e Yahudi yerleştirilmesine karşılık olarak Osmanlı Devleti’ne yapılan tüm teklifler reddedilmiştir. Çünkü II. Abdülhamid, Theodor Herzl’in amacını çok iyi biliyordu. Onun Yahudi devleti isimli eserini Türkçe’ye çevirtmiş, siyonistlerin gerçek fikirlerinin ne olduğunu çoktan öğrenmiştir. Zira siyonistlerin esas amacı bağımsız bir devlet kurmaktı. Hatta diğer bölgelere de el atmaları kaçınılmazdı. Filistin gibi küçük bir bölgenin milyonlarca Yahudiye yetmeyeceği ortada idi. Padişahın elinde bulunan raporlar, Yahudilerin Filistin’e geldiklerinde toprakla, tarımla uğraşmayacaklarını, devlet kurmak amacında olduklarını gösteriyordu.
    Yahudilerin Filistin’de toprak edinmesi konusu ile ilgili Osmanlı Devleti nezdinde ilk girişim İngiliz asıllı Hristiyan Laurance Oliphant tarafından yapılmıştır.
    Oliphant bu meseleye uzun bir zaman ayırmış ve hayatı boyunca bu uğurda çalışmalarda bulunmuştur. Oliphant ilk defa 1878 tarihinde düşüncelerini Filistin’de bir Yahûdî devleti kurulması taraftarı Yahûdî asıllı olan İngiltere Başbakanı Dışişleri Bakanı Salisbury’ye açmıştır. Ona göre Yahûdîler Filistin toprakları için kırkbin sterlin para toplamışlardır. Bu para Osmanlı’nın Asya topraklarının ıslahı için harcanmalı, buradan toprak satın alınmalı ve bu topraklara Yahûdîler yerleştirilmelidir. Oliphant, düşüncelerini gerçekleştirmek için 1879 tarihinde Filistin’e yolculuğa çıkmış ve Şeria nehrinin doğu yakasında bulunan Belka topraklarında incelemelerde bulunduktan sonra, buraların Yahûdîler için son derece uygun olduğu kanaatine varmıştır. Oliphant’a göre bu topraklarda pirinç, muz, şeker, pamuk portakal, incir gibi birçok sebze ve meyve yetişebilirdi. Bu nedenle, bu verimli araziler gelecek için çok şey önemliydi. 1879 tarihinde İstanbul’a dönen Oliphant Filistin’de edindiği intibalarını bir rapor halinde Sultan Abdülhamid’e sunmuştur.

    Ancak bu tarihlerde hükümetin Mısır, Girit ve Yunan meseleleri, Nizâmiye Mahkemeleri’nin bağımsızlığı, Anadolu’nun ıslahı, emniyet teşkilatının yeniden yapılandırılması meseleleri olduğundan, Oliphant’ın raporu yeteri kadar ilgi görmemiştir. Yaklaşık bir yıl sonra İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Layard’ın padişaha müracaat etmesi ve konunun olumlu veya olumsuz karara bağlanması talebi üzerine h.1297/ 8 Mayıs 1880’de konu Meclis-i Vükelâ’ya (Bakanlar Kurulu) gelmiştir. Oliphant’ın raporunda; Filistin’de Osmanlı toprakları içinde yaşayan Yahûdîler dışında, başka ülkelerden gelen Yahudîlerin yerleşmesi için toprak satın alınacak, Belka arazilerine Müslüman mültecilerin yanısıra Yahûdîler de yerleştirilebilecek, gelen Yâhûdîlerin katkıları ve destekleri ile burada modern ziraatçilik yapılacak, elde edilen gelir ile bölge sanayii canlandırılacak, dışarıdan gelecek mültecilerin yerleştirilmesi için İskân-ı Muhâcirîn-i Osmanî Şirketi isminde ve Osmanlı hükümetinin denetiminde bir şirket kurulacak, hükümet Belka sancağından,

    Salt sancağına (günümüzde salt Ürdün’ün bir şehridir) kadar olan 1 milyon akar (4.356.000 dönüm) araziyi kurulacak şirkete satacak, üç yıl içinde Hayfa’yı Lût gölüne bağlayacak bir demiryolu inşaa edilecek, Osmanlı hükümeti başka topraklar da satmak isterse, kurulacak şirkete teklif edecektir. Kısaca özetlenen bu raporu bir gün sonra (9 Mayıs 1880) Meclis-i Vükelâ karara bağlamış ve padişaha sunulan kararla kesin bir dille reddedilince almış olduğu cevap üzerine hayal kırıklığı içinde ülkesine dönmüştür. 1882 yılına kadar İngiltere’de kalan Oliphant daha sonra, Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi için ikinci olarak bir daha İstanbulâ gelmiş ve Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi Wallace’ye yazılı müracaatta bulunmuştur.

    Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi Wallace, hükümet nezdinde girişimlerde bulunacağına söz vermiş ve Sadrazam Said Paşa ile temasa geçmiştir.
    Said Paşa verdiği cevapta “Yahudilerin 200 veya 250’şer gruplar halinde Halep veya Mezopotamya’ya yerleşebileceklerini ve çıkan yeni kanunla bunun herhangi bir sakıncasının olmadığını belirtmiştir. Geçen bunca zaman içinde Oliphant önce İngiliz devletine hizmet maksadıyla, sonra da Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde zor durumda kalan Yahûdîlere yardım için Filistin’e göçün önündesi engelleri kaldırmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı devlet erkanı, Yahûdî göçünün Filistin’de var olan düzeni ve dengeleri bozacağı görüşündeydi. Ayrıca, Padişah II. Abdülhamid genel olarak Osmanlı topraklarına Yahûdîlerin göç etmelerine karşı olmamakla birlikte Filistin topraklarına Yahûdîlerin yerleşmesine karşı kesin bir tavır almış ve bu düşüncesini İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Layard aracılığı ile huzuruna çağırdığı Oliphant’a kesin bir dille bu teklifi reddettiğini bildirmiştir. Padişah Sultan Abdülhamid verdiği cevapta oldukça haklıydı.

    Çünkü XIX. yüzyılın başından beri bölgede artan misyonerlik faaliyetleri sonucu, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya’nın kiliseleri, dernekleri, okulları ve diğer misyonerlik çalışmaları gereğinden fazla artmış ve bölge istikrarı her an bozulabilir duruma gelmişti. Eğer yabancı ülkelerden gelen Yahudîlerin Osmanlı vatandaşlığı sağlanırsa, Rusya ve diğer Avrupa devletleri Yahûdileri bahane ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine daha fazla karışma imkânı bulmalarının yolu açılmış olacaktır. Oliphat’ın 1878 tarihinde başlatmış olduğu Osmanlı nezdinde Yahûdiler için toprak edinme girişimi dışında Theodor Herzl’in İstanbul’â ilk gelişi olan 1896 yılına kadar ikinci bir girişim olmamıştır.

    Theodor Herzl, kurulmasını düşündüğü Yahudi Devleti'ne dair fikirlerini 1895'ten itibaren yayma yoluna gitti. Avusturyalı tanıdıklarından birisi Herzl'e, Correspondance de L'est gazetesinden Michael de Nevlinsky ile bağlantı kurmasını ve onun aracılığıyla Yahudilere Filistin'de toprak sağlamak için Sultana müracaat etmesini tavsiye etti. Herzl, Nevlinsky'yi Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulması konusunda ikna ederek ondan arabuluculuk yapmasını istedi. O da Herzl'i İstanbul'a getirmeden yaklaşık iki ay önce Herzl’ın "Yahudi Devleti" adlı kitabını okumuş ve içeriğinden Sultan Abdulhamid'i haberdar etmişti.

    Herzl'in hatıralarındaki ifadesine göre Sultan, Kudüs'ü asla bırakmayacağını ve Ömer Camii'nin daima Müslümanların elinde kalması gerektiğini söylemişti.
    Hatıralarından anlaşıldığı kadarıyla Herzl, Osmanlı Sultanı ve Müslümanlar nezdinde Kudüs'ün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin farkında değildi. Nevlinsky Herzl'e göre çok daha gerçekçiydi. Ona Sultan'ın Yahudilere Anadolu'da bir yer verebileceğini bunu da ancak o sıralarda Osmanlı Devleti'nin başını ağrıtmakta olan Ermeni meselesinin çözümünde ciddi katkıları olursa yapabileceğini ifade etti. Bunun üzerine Herzl, Filistin'den vazgeçmemekle birlikte Ermeni Meselesi’nde Londra'da İngiltere dışişleri bakanı Salisbury nezdinde girişimlerde bulunmuş, ancak olumlu hiçbir gelişme olmamıştı. Neticede Herzl, meseleyi bizzat Sultan Abdülhamid'le görüşmek istedi ve Nevlinsky'nin isteksizliğine rağmen 1896 yılı haziran ayı ortasında birlikte İstanbul'a geldiler. On günü aşkın bir süre İstanbul'da kalmasına ve yoğun çabalarına rağmen Herzl, Sultanla görüşmeyi başaramadı. Fakat Nevlinsky konuyu birkaç kez Sultanla görüştü.

    Sultanın ilk cevabı Herzl'in hatıralarında naklettiği kadarıyla kısaca şöyleydi: " Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i karşılıksız ele geçirebilirler". İstanbul'dan tabir caizse eli boş dönen Herzl, Nevlinsky'nin etkisiyle, Avrupa'da Ermenilerin Osmanlı Devleti'ne karşı başlattıkları karalama kampanyasını durdurma veya hiç değilse Ermeni tedhiş örgütlerini Osmanlı'ya karşı yumuşatma girişimlerine tekrar başladı, ancak bu yönde yine bir başarı sağlayamadı. Bu arada tam bağımsız bir Yahudi Devleti fikrini kısmen değiştirerek "tâbi devlet" fikrini benimsedi. Buna göre Filistin'de yerleşecek Yahudiler Osmanlı vatandaşlığına girecekler ve kuracakları idari yapı iç işlerinde özerk olacak fakat dışişlerinde Osmanlı Devletine tâbi olacaktı. Bu fikir ise daha önce Oliphant tarafından Osmanlı yetkililerine iletilmiş ancak reddedilmişti.

    Herzl, Avrupa’da bulunduğu sırada İstanbul’a tekrar gelip, Sultan’la görüşmek fırsatı aramaya başlar. Aracısı Newlinsky ölünce, kendisine yeni aracı olarak Sultan’ın Avrupa’daki casusu İngiliz asıllı Arminuis Vambery’i bulur. Herzl, Padişah’ın hangi konularda yardımcı olabileceğini Vambery’inin II. Abdülhamid’e iletmesini rica eder. 8 Mayıs 1901’de İstanbul’a gelen Vambery, Herzl’le görüşmek için Sultan’dan randevu aldığını bildirince derhal İstanbul’a gelir. 19 Mayıs 1901 tarihinde Sultan II. Abdülhamid ile görüşmeye muvaffak olur.
    Abdülhamid – Herzl görüşmesi sırasında II. Abdülhamid’in Herzl’den Osmanlı Devleti’nin borçlarının konsolide edilmesi için hazırlamasını istediği planı Herzl, İstanbul’dan ayrılışından tam bir ay sonra, bir mektupla II. Abdülhamid’e sunmuştur. Mektupta bir-iki yıl içinde Musevi bankerlerin Avrupa borsasındaki Osmanlının tüm borçlanma tahvillerini toplayabileceklerini, Yahudilerin Filistin’e yerleşmesine izin verilmesine karşılık, Avrupa’daki zengin Yahudi bankerlerin Osmanlı devleti’nin dış borçlarını ödeyeceğini söylemiştir. Ayrıca ziraat, endüstri ve ticaret hayatını geliştirecek bir Osmanlı – Musevi Şirketi’nin kurulmasını da teklif etmiştir. Padişah’ın Yahudilere Filistin’de yerleşme ve özerk idare kurma hakkı vermesini şart olarak getirmiştir. Yahudi Kumpanyasının günden güne artan iş hacmi dolayısıyla ödeyeceği verginin artacağı da belirtilmiştir. Fakat II. Abdülhamid bu teklife de red cevabı vermiştir.
    Emmanuel Carasso, Siyonist bir heyetle 17 Eylül 1901’de II. Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, Rusya’da zulüm gören Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi ve muhtar idareye sahip olmaları karşılığı olarak 20 milyon teklif etmiştir. Bu tekliflere sinirlenen II. Abdülhamid onu huzurundan kovmuştur. II. Abdulhamid ile görüşmesinin üzerinden bir yıl geçmeden 5 Şubat 1902’de Yıldız’dan bir telgraf alan Herzl, acele olarak İstanbul’a çağrılmıştır. Hemen İstanbul’a gelen Herzl’e Mabeyn İkinci Katibi İzzet (Holo) Paşa, II. Abdülhamid’in Osmanlı Devleti’nin kapılarını Musevi göçmenlere açmaya hazır olduğunu söylemiştir. Ancak, bu gelenler Osmanlı uyruğuna geçmeyi daha başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdi. Bu takdirde Musevilere Filistin dışında her yerde kolonizasyon izni tanınacaktı. Buna karşılık ise, siyonistler bir sendika kurmak suretiyle Osmanlı borçlarını konsolide edecek ve halen varolan ve bundan sonra da bulunacak olan tüm madenlerin işletilmesini üzerlerine alacaklardı. Filistinsiz bir imtiyazı derhal geri çeviren Herzl, II. Abdülhamid’in bu önerilerinin, Osmanlı Devleti’nin tüm borçlarını tasfiye etmek için Musevileri harekete geçirmeye yeterli olmadığını belirterek bir kez daha anlaşmaya varamadan İstanbul’dan ayrılmıştır.

    Aynı yılın Temmuz ayında Londra’da bulunan Herzl, Osmanlı Büyükelçiliğinden arandığını öğrenince önce şaşırır; sonra kendisini toplayarak Kostaki Antopulos Paşa ile buluşur.
    Bu kez, Herzl’e, II. Abdülhamid’in şifahi mesajını ileten Antopulos Paşa, Siyonist liderine Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Fransızlarla anlaşmak üzere olduklarını, fakat Museviler daha iyi koşullar önerirlerse bu projeyi onlara havale edebileceklerini söyler. Buna karşılık ise, Padişah Yahudilere adalet ve himayesini esirgemeyeceğini bildirir. Bunun üzerine zaman kaybetmeden İstanbul’a varan Herzl, yeni bir konsolidasyon planını içeren ayrıntılı bir muhtıra hazırlar. Bu muhtırada Herzl, banker arkadaşlarının Osmanlı borçlarının birikmiş faizlerinin ödenmesi için bir buçuk milyon sterlini temin etmeye söz verdiklerini belirtmiştir. Ayrıca, Musevi bankerler birleşip, konsorsiyum oluşturacak, böylece 30 milyon sterlin tutarında olan Osmanlı borçlanma tahvillerini borsadan toplayacaklardı. Bu Avrupalı tahvil sahiplerinin paralarının karşılığını almaları demekti. Herzl ise, bu maddi yardım karşısında II. Abdülhamid’den, Hayfa da dahil olmak üzere Akka Sancağının Siyonistlere verilmesi için gerekli izni istemiştir. II. Abdülhamid’in Filistin’i elden çıkarmamak için son derece duyarlı olduğunu gören Herzl, bu sefer Akka ile yetineceğini bildirmiştir

    Abdülhamid, Herzl’i, Hahambaşı Moşe Levi, Hahambaşılık Kapı Kahyası Acimen Efendi ile birlikte 4 Temmuz 1902 Cuma günü kabul etmiş ve bu görüşmede Münir Paşa tercümanlık yapmıştır. Padişahın iznini alarak konuya giren Herzl, Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine izin verdiği takdirde, Mısır’ın durumunda olduğu gibi Filistin’in bir iç özerkliği sözkonusu olmayacağını, Filistin’in kendi bayrağının da bulunmayacağını, Filistin’e Girit’e verilen statünün bir benzerinin verilmesini istemiştir. Bu teklifin kabul edilmesi durumunda, Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Osmanlı Devleti’ne istediği parayı vereceğini belirtmiştir. Abdülhamid verdiği cevapta, bu teklifi doğrudan doğruya reddetmemiş, kabul edilmesi ihtimalini belirterek, konuyu Heyet-i Vükela’ya intikal ettireceğini, uygun görülmesi halinde pratik bir çözümün bulunmasına çalışacağını bildirmiştir.
    Esasında bir “menfi evet” olan bu cevap Herzl’i çok sevindirmiş ve Viyana’ya çektiği telgraf bütün siyonist çevrelerde heyecan uyandırmıştır. Ancak Abdülhamid, üç gün sonra hahambaşını huzuruna çağırarak böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söylemiştir.

    Herzl, Sultan’ın bütün redlerine rağmen Filistin üzerinde ısrarını sürdürür. En sonunda anlar ki, II. Abdülhamid işbaşında kaldığı sürece siyonist emel gerçekleşemeyecektir. Sultan II. Abdülhamid’in reddinden sonra Herzl’in yazdıklarından siyonizmin gerçekleşmesi için iki yolun tutulacağı anlaşılmaktadır.
    Birincisi, Sultan’a karşı Meşrutiyet’in yeniden ilanı mücadelesini veren Jön Türkler’in desteklenip, Meşrutiyet ilanı ile Sultan’ın iktidarının zayıflatılması ve Meşrutiyet rejiminin hürriyet ve serbesti ortamından faydalanarak kurulacak yeni iktidarla Filistin pazarlığına oturmak ve siyonizmi böylece gerçekleştirmek; ikincisi ise, Meşrutiyet iktidarları da Sultan II. Abdulhamid gibi ret cevabı verirlerse, Osmanlı’nın dağıtılmasına çalışmaktır. II. Abdülhamid’i tahttan uzaklaştırmanın yolunu aramaya başlayan Yahudiler bu amaçla, Jön Türk grubu içine sızmışlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde rolü bulunan Emmanuel Carasso’yu kendi taraflarına çekerek kullanmışlardır. Sultan Abdülhamid’e karşı cephe alan bazı Osmanlı Yahudileri, Mısır’a giderek, orada bir cemiyet kurup Abdülhamid’e karşı muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Avrupa’daki Jön Türkler ile de irtibat kuran Mısırlı Yahudiler, daha çok basın yoluyla çalışarak, dışarıda basılan rejim karşıtı gazete ve mecmuaların Osmanlı’ya girişini sağlamaya çalışmışlardır. Sultan Abdülhamid’e karşı yapılan en büyük toplantılardan biri de 1907 yılında yapılan Jön Türk Kongresi idi.

    Bu kongreye Ermenilerden sonra Yahudiler de katılmışlardır. Bu cemiyetin asıl kurucusu, İstanbul Darülfunun’da Profesör olan Avram Galanti idi. Jön Türklere akıl hocalığı yapan diğer bir Yahudi de Arminius Vambery idi. Sultan Abdülhamid’in sağlığında Filistin’e giremeyeceklerini anlayan Yahudiler, Osmanlı’nın yıkılması için bir çok entrikalar çevirmişlerdir.

    Abdülhamid’in tüm titizliğine ve Osmanlı hükümetinin Filistin'e Yahudi yerleşimini engelleme konusunda aldığı tedbirlere rağmen siyonistler, binlerce Yahudiyi Filistin’e yerleştirmeyi başarmışlardır. İllegal yöntemler kullanılarak ve kapitülasyonların sağladığı haklardan yararlanılarak 1878'den itibaren Filistin'de Yahudi yerleşim merkezleri kuruldu. Yahudi zengini Rothschild, Baron Hirsch'in kurduğu Yahudi Kolonizasyon Birliği (1896'dan itibaren) ve Siyon Aşıkları gibi kişi ve kuruluşların destekleriyle gerçekleştirilen Yahudi göçleri sonucunda, 1882 ila 1908 arasında Filistin'de 30 civarında yeni Yahudi yerleşim merkezi (köy) kurulmuştur. Yahudi yerleşim merkezlerinin yoğunlukla kurulduğu yıllara bakıldığında; birinci dönemin 1881'de Rusya ve Romanya'da Yahudilerin kıyıma maruz kalmalarının ardından gerçekleşen Birinci Yahudi göçü dalgası (1882-1884) ile; ikinci yoğun dönemin 1904 yılında yine Rusya'da meydana gelen kıyım sonrasında gerçekleşen İkinci Yahudi göçü dalgasının hemen ardından başladığı görülecektir.

    Filistin'e göç eden Yahudi sayısı ve 1908'e gelindiğinde bölgenin toplam Yahudi nüfusu hakkında kesin rakamlar vermek mümkün görünmemektedir.
    Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaçına işaret etmek gerekirse; birincisi, konunun hassasiyeti ve ideolojik yönü nedeniyle rakamların güvenilmezliğidir. İkincisi, Abdülhamid döneminde Filistin'e gelen Yahudilerin bir kısmı meşru yollardan Devletten izin alarak gelmiş -ya Osmanlı Devleti'nin kaybettiği topraklardaki Osmanlı vatandaşı Yahudilerden ya da Rothschild çiftliklerinde çalıştırılmak üzere- olduklarından devletin izin verdiği rakamlarla gerçek rakamların oldukça farklılık arz etmesidir. Örneğin Rothschild Safed kazası sınırlarına 70 aile yerleştirme izni almışken bir tetkik sırasında bu sayının gerçekte 396 aileye ulaştığı tespit edilmiştir. Bir diğer sebep de bölgeye göç eden Yahudilerin bir kısmının Osmanlı Devleti'nin aldığı önlemler ve diğer bazı sebeplerden dolayı bölgeden ayrılmalarıdır.

    (Mandel'in tahminine göre gelen her iki Yahudi'den biri bölgeden ayrılmıştır.) Bütün bunlara rağmen bir fikir vermesi bakımından belirtmek gerekirse Abdülhamid Dönemi'nde Filistin'e göç ederek yerleşen Yahudi sayısının 25­30.000 arasında olduğu, bölgedeki toplam Yahudi nüfusunun ise -göçlerle yeni gelenler ve doğal nüfus artışı dahil- 1908 itibariyle 70-80.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.

    Sultan Abdülhamid’in hal’inin ardından iktidara gelen İttihat ve Terakki yönetimi, Sultan II. Abdülhamid’in yasaklamış olduğu Filistin’e Musevi göçünü serbest bıraktı. Serbestlikten yararlanmak isteyen Siyonistlerin esas amaçlarının Filistin’de bağımsız bir devlet kurmak olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Almanca olarak yazılan ve 1909 tarihinde basılan “İsrail Vatanı” isimli eserde, bunu açıkça ortaya koymuşlardı. Siyonistlerin gerçek amacını anlayan Hükümet, 20 Haziran 1909 tarihinde aldığı bir kararla yeniden Filistin’de yabancıların arazi alımını yasakladı.

    Dahiliye Nazırı Talat Bey 28 Eylül 1909 tarihinde bütün valilere bir talimatname gönderdi ve Sultan Abdülhamid döneminde konulan yasakların ve kısıtlamaların aynen uygulanmasını emretti. Fakat alınan tüm önlemlere rağmen Yahudiler 1908-1914 yılları arasında elli bin dönüm arazi satın alarak üzerinde dokuz yerleşim yeri kurmuşlardı. Ayrıca Yafa yakınlarında 139 hanelik ve 1500 nüfuslu Tel Aviv şehrinin de temelleri yine bu tarihlerde atıldı.
    Sultan Abdülhamid’i tahttan indirip iktidarı ele geçiren İttihatçılar, önce hazine-i hassa topraklarını devletleştirdiler. Filistin’e Yahudî iskânına da müsaade ettiler. Turkifikasyon (Türkleştirme) politikası takip ederek Osmanlı milletlerinin hepsine zulmetmekle beraber, Yahudîlere dokunmadılar. Çünkü, İttihatçılar iktidara gelişlerinde Yahudilerden birçok yardım görmüşlerdi. İttihatçıların içinde de çok sayıda Yahudî, Mason ve Sebataycı vardı. Talat Paşa’nın dostu Yahudî banker Emmanuel Carasso, Sultan Hamid’e tahttan indirildiğini tebliğ eden heyette idi.

    Kendisi de Şâzelî olan Sultan Hamid, Şâzelî şeyhi Ebu’ş-Şâmât Mahmud Efendi‘ye yazdığı 22 Eylül 1913 (h.1329) tarihli bir mektupta diyor ki: “Ben, Hilâfet-i İslâmiyye’yi başka herhangi bir sebep dolayısıyla değil, Jön Türkler adıyla bilinen İttihat Cemiyeti’nin baskı ve tehdidiyle bıraktım. Hilâfet’i terke zorlandım, mecbur bırakıldım. Mukaddes toprak Filistin’de Yahudîler için millî bir devlet kurulmasına muvafakat etmem konusunda ısrar ettiler. Bütün ısrarlarına rağmen, bu teklifi kat’î surette reddettim. Nihayet 150 milyon İngiliz altını va’d ettiler. Bu teklifi de reddettim ve kendilerine şu cevabı verdim: “150 milyon İngiliz altını değil, dünya dolusu altın verseniz, bu teklifinizi asla kabul etmeyeceğim. Ben Millet-i İslâmiyye’ye ve Ümmet-i Muhammed’e otuz seneden fazla hizmet ettim.
    Atalarımın yüzünü kara çıkarmadım.” Bu kat’î cevabımdan sonra hal’im (tahttan indirilmem) konusunda görüş birliği ettiler ve beni Selânik‘e gönderdiler. Mevlâya hamd ettim ve ediyorum ki, mukaddes toprak Filistin’de bir Yahudî devleti kurulması teklifinden kaynaklanan ebedî ayıbın lekesini Osmanlı Devleti’ne ve Âlem-i İslâm’a sürmeyi kabul etmedim. (Bunun üzerine) olan oldu.”

    Netice itibariyle II. Abdülhamid’in Filistin’de bir Siyonist devletin kurulmasının önünde en büyük engel olduğu anlaşılmaktadır.
    33 yıl boyunca yönettiği devlette Filistin bölgesindeki nüfus değişimine ısrarlı bir şekilde engel olmaya çalışmıştır. Abdülhamid Han’ın 1909’da devrimesinin akabinde İttihat ve Terakki döneminde Yahudi göçleri hız kazanmıştır; 8 yıl sonra da 1917 yılı Kudüs için bir kader yılı oldu. 2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Yahudilerin bölgede siyasî bir varlık oluşturmalarını destekleyeceğini açıkladı. 11 Aralık 1917’dede İngiliz askerleri Kudüs’e girdi. İngiliz işgali, Kudüs’teki sadece Haçlı işgaliyle kesintiye uğrayan yaklaşık 1200 yıllık müslüman yönetimini de sona erdirdi. Aralık 1917’den itibaren Kudüs giderek İslâmî karakterini yitirmeye başladı. Bu dönemde yerli nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman ve Hristiyan Araplar’ın yerine yeni gelen Yahudiler yerleştirildi. Kudüs 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminde kaldı.

    1920 San Remo Konferansı’nda İngiltere’nin manda yönetimine verilmesiyle de 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşuna kadar devam edecek İngiliz sivil yönetimi göreve gelmiş oldu. İngiliz yönetiminin yoğun Yahudi göçüne izin vermesiyle Kudüs ve daha geniş mânada Filistin 1920, 1928, 1929, 1933 ve 1936’da bir dizi protesto, silâhlı ayaklanma, grev ve boykota sahne oldu. İngiliz yönetiminde Kudüs, köklü demografik, ekonomik ve kültürel değişiklikler yaşadı. Şehir içinde Yahudi nüfusu Arap nüfusunu geçti. Ekonomik olarak da Araplar kendi imkânlarıyla, dışarıdan yoğun maddî destek alan Yahudilerle mücadele etmek zorunda kaldı. 1948’de İngilizlerin çekilmesiyle de zemini hazırlanan terör devleti resmen kurulmuş oldu. Günümüzde bölgede insanlık dramı yaşanmaktadır; bunun tek sorumlusu ise büyük güçler ve Siyonist zihniyetin güdümündeki İsrail’dir.

    Sultan İkinci Abdülhamid Hân’ın Filistin’e Yaptığı Bazı Hizmetleri
    Osmanlıların “Arz-ı Filistin” dedikleri topraklar üç coğrafi bölgeden oluşuyordu. Bunlar; Kâzımiye Nehri’yle Mukatta Nehri arasındaki bölge “Akka Sancağı”, Mukatta Nehri’yle Zeruludce Nehri’nin kaynağı arasındaki “Nablus Sancağı” ve Nablus’un güneyinde Berseba Vadisine kadar olan mıntıka “Kudüs Sancağı”’ idi. Osmanlı’nın mülki idare sistemine göre Kudüs; 1887 yılında merkeze doğrudan bağlı müstakil bir mutasarrıflık haline getirilmiştir.

    Sultan Abdülhamid döneminde kutsal şehirde pek çok imar ve tamir faaliyeti gerçekleştirilmiştir. Ayrıca şehrin alt yapısı ve su tesisatıyla ilgili yapılar elden geçirilmiş, Kayıtbay Sebili olarak bilinen sebil tamir edilmiş ve Halil Kapısının karşısında inşa edilmiştir (1907). Halil Kapısının üstüne aynı yıl bir saat kulesi kurulmuştur.

    Sultan II. Abdülhamid döneminde gerçekleştirilen şehrin ve etrafındaki bölgelerin ekonomik canlanmasında büyük etkisi bulunan projelerden birisi de Kudüs ile Yafa arasında yaklaşık 86,630 km uzunluğunda demiryolu yapılmasıdır. Demiryolu inşasına 1890 yılında başlanmış, 1892’de bitirilmiş, aynı yıl hizmete açılmıştır. Ayrıca, Osmanlı Devleti Kudüs’te bir yol ağı kurmuş ve kutsal şehri Filistin’in orta ve güney bölgelerindeki Ramallah, Beytüllahim, El-Halil ve Eriha gibi şehirlerle birbirine bağlamıştır. 19. asrın başından itibaren Kudüs belediyesi sağlık hizmetlerini iyileştirmek için büyük çaba harcamıştır.

    1892 yılında Belediye Hastanesinin açılması da bu alanda yapılan faaliyetleri arasındadır. 1892 yılında şehrin ortasında Yafa caddesinde bir park açılmıştır. 20. Asrın başlamasıyla şehirdeki kültürel faaliyetler de artmıştır. Eski eserler müzesi açılmış. M. 1901’de Halil Kapısı yakınında bir tiyatro kurulmuş, bu tiyatroda Arapça, Türkçe, Fransızca oyunlar sahnelenmeye başlamıştır. Kubbestü’s Sahra’nın dış cephesinin restorasyonunu yaptırmış, cami dış cephesinin üzerindeki çinilerin bir ucundan bir ucuna Yasin süresini yazdırmıştır.

    Sultan Abdülhamid döneminde ayrıca, Sultan Abdulhamid’in tahta çıkışının 25’inci yılı şerefine, 1901’den itibaren, imparatorluğun birçok önemli şehrinde saat kuleleri inşa edilmişti. Hepsi de mimari açıdan birbirinden farklı özelliklere ve güzelliklere sahip bu saat kulelerinden altısı Filistin topraklarında yapıldı. Kudüs, Yafa, Akkâ, Hayfa, Safed ve Nablus şehirleri, nüfus yoğunlukları ve sembolik önemleri nedeniyle tercih edilmişti. İngilizlerin şehrin estetik dokusuyla uyuşmadığı”gerekçesiyle yıktığı Kudüs’teki hariç, diğer saat kuleleri günümüzde de mevcudiyetlerini korumaktadır.

    Ayrıntılar

    Şeyh Ahmed Yasin

    Ahmed Yasin, 1936 yılında Filistin’in Askalan (Aşkelon) şehrinin el Cevra köyünde doğmuş. Daha beş yaşında yetim kalmış.
    1948 yılında Yahudilerin Filistin'in büyük bir bölümünü işgal etmesi üzerine annesi ve kardeşleri ile birlikte Gazze’ye göç etmiştir.
    Şeyh Ahmed Yasin yazısının tamamına Davamız Kudüs Nisan sayısından ulaşabilirsiniz

    O dönemin, o coğrafyanın tüm fakirlik ve yokluğunu iliklerine kadar hissetmiştir.
    Öyle ki Gazze’de ki Mısır ordusunun yemekhanelerinde askerlerin artırdığı yemekleri toplayarak karınlarını doyurabilmişlerdi.
    Fakat o, tüm bunlara rağmen daha 12 yaşındayken vatanının istiklalini, milletinin istikbalini düşünmeye başlamıştı bile.
    16 yaşında Gazze sahilinde arkadaşları ile birlikte iken düşerek boynunu kırmış, 68 yıllık ömrünün geri kalanını felçli bir şekilde tekerlekli sandalyede geçirmiştir.
    Liseyi bitirdikten sonra aldığı özel derslerle kendini de en iyi şekilde yetiştirdi.
    Felç sebebiyle konuşmakta zorluk çeken, İsrail hapishanesindeki işkencelerde sağ gözünü tamamen, sol gözünü ise kısmen kaybeden, yine işkence esnasında içirilen maddeler nedeniyle böbrekleri tam çalışmayan bu yiğit insan, sağlıklı arkadaşlarına önderlik ederek Hamas’ı (İslami Direniş Örgütü) kurdu.
    1984 yılında Ahmed Yasin’e, İsrail devletini yıkmaya çalışmak suçlamasıyla 13 yıl hapis cezası verildi. Ancak 11 ay sonra esir değişiminde serbest bırakıldı.
    Kaldığı yerden çalışmaya devam eden Ahmed Yasin, 1987 yılındaki birinci İntifada'nın liderliğini üstlendi.
    Şeyh Yasin’in tutuklanmasıyla İntifada'nın biteceğini düşünen İsrail, 1989 yılında Ahmed Yasin ile arkadaşlarını yeniden tutukladı.
    Ancak İsrail’in planları Allah’ın da yardımıyla tutmadı. İntifada daha da şiddetlendi.
    1990 yılında ilk mahkemeye çıkarıldı ne yapacağını bilemeyen mahkeme kararı erteleyerek vakit kazanmaya çalıştı.
    1991 yılında bu sefer 15 ayrı suçtan yargılandı. Şeyh Yasin’e müebbet hapis cezası ile birlikte itham edildiği diğer suçlar gerekçesiyle 15 yıl daha hapis cezası verildi.
    Ahmed Yasin, İsrail hapishanelerinde yapılan işkencelerden ötürü sağlık durumunun kötüleşmesine, felçli olmasına ve zindanda çektiği sıkıntılara rağmen işgalciler karşısında hiçbir taviz vermedi.
    Böyle bir durumda bile ‘Benim için hapiste 100 yıl kalmak, bir takım tavizler vererek dışarı çıkmaktan daha iyidir.’ diyerek Filistin davası ve direnişi konusundaki kararlılığını ortaya koydu.
    Onun işgal rejiminin mahkemesi karşısına çıkarıldığı sırada söylediği sözler de bu inancı konusundaki kararlılığının bir göstergesiydi.
    "Bu mahkeme kanuni olarak beni yargılama hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü bu mahkeme işgalciler tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla tamamen gayrimeşru ve kanun dışıdır."
    8 yıl süren zorlu hapishane döneminden sonra yine esir değişimi ile dışarı çıktı. Şeyh Ahmed Yasin, vücudunu kullanamadığı halde her daima abdestli gezen, namazlarını camide cemaatle kılan, Kudüs’ü davası olarak gören ve en büyük hedefi şehadet olan biriydi.
    Bu mücahit, 65 yaşında, felçli ve hastalıklarla boğuşuyor olmasının, eylemlerine katılmaya ve zulme karşı ses yükseltmeye engel olmadığının en büyük göstergesidir.
    İsrail tarafından 2003 yılında düzenlenen suikastten hafif yaralarla kurtulan Şeyh Ahmed Yasin, 22 Mart 2004 tarihinde siyonist hava kuvvetlerine bağlı uçaklar tarafından atılan füzelerle beraberindeki 4 kişiyle birlikte şehit edildi.
    Sağlam iradenin ve azmin simgesi olan bu şehit, füzelerle yapılan saldırı sırasında tekerlekli sandalyesiyle sabah namazını kıldığı mescitten çıkıyordu.
    68 yaşında 52 yıldır felçli olan ve birçok hastalığı olan Şeyh sağlıklı olan her bir hücresinin hakkını verdiğine ümmeti şahit tutarak Hakka yürüyordu.
    Evet, ümmetin insaf sahibi her ferdi ondan razıdır ama maalesef Şeyh - idareciler başta olmak üzere - suskun kalarak şeytana yardım edenlerden şikayetçi idi.
    Şeyh Ahmed Yasin’in duası...

    Ayrıntılar

    Tâlût (Şaul - Şâ’ul)

    Tâlût, İsrâiloğulları’nın Kur’an-ı Kerim’de de adı geçen ilk kralıdır. Ahd-i Atik’te Şaul, Süryanice’de Şâ’ul diye geçerken, tefsirlerde bu kelimenin İbranice kökenli olduğu ve “uzun” manasında kullanıldığı yazmaktadır. Çok bilgili ve iri yapılı olmasından dolayı da bu ismin verildiği belirtilmektedir.
    Kur’an-ı Kerim’de, İsrailoğulları’nın bir peygamberden (Hz. Musa’dan sonra gelen bir peygamber - Şimuel (İşmoil)) Allah yolunda savaşmaları için kendilerine bir kral belirlemesini istediklerini, akabinde Şimuel’in de, Allah tarafından kral olarak seçilen kişinin Tâlût olduğunu söylediğini bildirmektedir.

    Fakat Tâlût’un seçilmesini beğenmeyen İsrailoğulları, kendi kavimlerinde olan birinin bu göreve daha layık olduğunu düşünürler. Fakat Şimuel (as), Tâlût’un Allah tarafından üstün kılındığını bildirir. Yahudilerin, bu kralı beğenmemelerinin bir sebebi de o zamana kadar gelen hükümdarların Yahûda bin Ya’kûb’un soyundan gelmiş olmalarıydı (1).
    Bakara suresinde mealen şöyle buyurulmaktadır:
    “Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâîl’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere:
    «–Bize bir hükümdar gönder ki (onun kumandasında) Allâh yolunda savaşalım!» demişlerdi.
    (O Peygamber:)
    «–Ya size savaş farz kılınır da savaşmazsanız!» dedi.
    (Onlar da:)
    «–Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allâh yolunda neden savaşmayalım?!» dediler.
    Kendilerine savaş yazılınca da -içlerinden pek azı hâriç- geri dönüp kaçtılar. Allâh, o zâlimleri hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 246)
    “Peygamberleri onlara:
    «–Bilin ki Allâh, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi.» dedi.
    Bunun üzerine:
    «–Biz, hükümdarlığa daha lâyık oluduğumuz hâlde, (üstelik) ona servet ve zenginlik cihetinden geniş imkânlar da verilmemişken, bize nasıl hükümdar olabilir?!» dediler.
    (Peygamber:)
    «–Allâh sizin üzerinize onu seçti, ilmen ve bedenen ona üstünlük verdi. Allâh mülkünü dilediğine verir. Allâh her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir.» dedi.” (el-Bakara, 247)
    Tâlût’un hükümdarlığına îtiraz eden İsrâîloğulları bu sefer de:
    “–Eğer o, sâhiden hükümdarsa, bize bir delil getirsin!” dediler.
    Bunun üzerine:
    “Peygamberleri onlara şöyle dedi:
    «–Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti, (vaktiyle sizden alınan) Tâbût’un size gelmesidir ki, onun içinde Rabbinizden bir sekîne (ruhlara emniyet veren bir huzur), Mûsâ ve Hârûn ehlinin bıraktıklarından geriye kalan bir takım şeyler vardır; onu melekler taşıyacaktır. Eğer mü’min kimseler iseniz şüphesiz bunda sizin için gerçekten bir delil vardır!»” (el-Bakara, 248)
    Nihayetinde, Tâlût hükümdar oldu ve Kral Calut’un üzerine gitti. Peygamber vasıtasıyla (İşmoil As) ilahi bir emir öğrenen Tâlût, askerlerine “–Allâh sizi su ile imtihan edecek. Kim kanıncaya kadar ondan içerse benim askerim değildir!..” dedi. Mevsim çok sıcaktı fakat önlerine gelen nehirden sadece bir avuç su içmelerine izin verilmişti. 80.000 kişilik ordunun sadece 4000’i bu ilahi emri dinledi. Nehirden bir avuçtan fazla su içenlerin dudakları kurudu ve halsiz kalıp bitap düştüler. Kaçanlarında elenmesiye ordu 313 kişi kaldı. 313 sayısı Bedir Savaşı'na katılan Müslümanların sayısıyla aynıdır. Yine bu konu Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle haber verilmektedir:
    “Böylece Tâlût, askerleri ile (Kudüs’ten) ayrılınca onlara şöyle dedi:
    «–Muhakkak ki Allâh, sizi bir nehirle imtihân edecektir. Buna rağmen kim ondan içerse artık benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir!»
    Fakat içlerinden pek azı müstesnâ, hepsi ırmaktan (kana kana) içtiler. Tâlût ve îmân edenler, beraberce ırmağı geçince:
    «–Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur!» dediler.
    Allâh’ın huzûruna varacaklarına inananlar (ise):
    «–Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allâh sabredenlerle beraberdir.» dediler.” (el-Bakara, 249)
    Tâlût’un ordusunda 18 yaşında bir genç vardı. Bu genç Davud –aleyhisselam- idi ve koyun güderdi. Sapan kullanmayı çok iyi bilirdi ve çok cesurdu. Tâlût’u Amalika kavmine karşı hazırladığı orduda bulunan Davud (as)’ a yolda giderken 3 taş dile geldi ve kendilerini almasını, Calut’u kendileriyle öldüreceğini söyledi. Ayrıca Tâlût, kim Calut’u öldürürse ona kızını vereceğini, o kişinin babasının ailesini de İsrail'e vergi ödemekten muaf tutacağını (hatta bazı kaynaklarda ülkenin yarısını Calut’u öldürene vereceğini) vaadetmişti. Nihayetinde Tâlût’un ordusu, Calut ile karşı karşıya geldi.
    Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır;
    “(Tâlût’un ordusu) Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında:
    «–Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir kavme karşı bize yardım eyle!» dediler.” (el-Bakara, 250)
    İki ordu karşılaştıklarında Calut, Tâlût’un ordusuna meydan okuyarak karşına bir kişi çıkmasını söyledi ve Calut’un karşısına Davud (as) çıktı. Gücüne güvenen Calut, Davud (as)’yi küçümsedi.
    Dâvûd (as), sapanını çıkardı ve meşhur taşı yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve Câlût, atından düşerek öldü (2). Bazı kaynaklarda Davut (as)’ nin Calut’un başını kestiği de yazmaktadır.
    Savaşta Tâlût ve ordusu büyük bir başarı kazanır. Calut’un Davut (as) tarafından öldürülmesinin ardından halkın nazarında Davut (as) Talut’tan daha çok sevilmeye başlanır. Hatta Talut’un en büyük oğlu Yonatan ile Davut (as) arasında çok yakın bir arkadaşlık gelişir. Talut ve askerlerini karşılamaya çıkan kadınların “Talut vurdu binlerini, Davut da on binlerini” şeklinde sevinç gösterisi yapmaları Talut’u kızdırır ve Davut (as)’ye karşı kıskançlık duymasına sebep olur. Savaştan sonra, Tâlût kızını Davut (as) ile evlendirme vaadinde durmaz ve Dâvûd’u çekemez ve onu ülkeden çıkarır. Bir başka rivayete göre ise Talut, kızını Davut (as) ile evlendirmek için başlık parası olarak düşman askerlerinden (dönemin Filistinlileri) 100’ünü öldürüp başını kendisine getirmesini söyler. Davut (as) ise buna karşılık 200 düşman askerinin başını Talut’a getirir , böylece Talut halkın da tepkisinden çekinerek sözünde durur ve Davut (as) Tâlût’un kızıyla evlenir. (3) Halk başarısından dolayı Dâvûd’a (as) ilgisi daha da artmaya başlayınca bunu kıskanan Tâlût birçok kez Davut (as)’yi öldürme girişiminde bulunur.
    İslam kaynaklarına göre Tâlût bu yaptığından pişman olur ve Peygamber kabrinde ona danışması söylenir. Tâlût kabrin yanına gelip seslendiğinde peygamber topraktan başını çıkarıp Tâlût’la konuşur. Krala tövbesinin kabulünün Allah yolunda savaşıp oğullarıyla birlikte ölmesiyle mümkün olacağını söyler. Kırk yıl krallık yaptığı söylenen Tâlût çeşitli kavimlerle savaşır ve son olarak Filistinliler’le olan savaşta oğullarıyla birlikte öldürülür (1).
    Kaynaklar
    KURT, A. O. (2010). http://www.islamansiklopedisi.info/: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=talut
    TOPBAŞ, Osman. Nuri. Nebiler Silselisi. Istanbul: Erkam Yayınları.

    Ayrıntılar

    Teddy Kollek

    1911 - 2007)

    Theodor"Teddy" Kollek, 1965-1993 yılları arasında Kudüs Belediye Başkanı ve Kudüs Vakfı'nın kurucusu olarak görev yapan İsrailli politikacı. Kollek, Kudüs’e 5 dönem belediye başkanlığı yapan tek politikacıdır. Siyasi yaşamındaki tek seçim yenilgisini 1993 yılında 82 yaşında iken yerel seçimlerde gelecekteki İsrail Başbakanı Ehud Olmert'ekarşı almıştır.

    İsrailli uzmanlar, Teddy Kollek’in görev süresi boyunca Kudüs’ün, modern bir şehre dönüştüğü ifade ederler.Kollek bazı uzmanlar tarafından "Herod'dan bu yana Kudüs'ün en büyük kurucusu" olarak da kabul edilir.

    HAYATI

    Theodor (Teddy) Kollek, Macaristan’ın başkenti Budapeşte'ye 120 km uzaklıktaki Nagyvazsony'de Kolle Tivadar olarak bilinen yerde doğdu. Ailesi 1918'de Viyana'ya taşındı. Avusturya'nın başkentinde büyüyen Kolek, babası Alfreds siyonist inançlarını benimsedi.

    1935'te, Nazilerin Avusturya'da iktidarı ele geçirmesinden üç yıl önce, Kollek ailesi İngiliz kontrolündeki Filistin'e zorunlu göç etti. Kollek, 1937'de Kinneret Gölü kıyısında Kibbutz Ein Gev'nin kurucularından biriydi. Aynı yıl Tamar Schwarz ile evlendi ve sonrasında iki çocuğu oldu.

    KUDÜS BELEDİYE BAŞKANLIĞI

    1965'te Teddy Kollek, Kudüs Belediye Başkanlığı seçimini Mordechai Ish-Shalom'u geçerek kazandı. Kollek’e Kudüs'teki Belediye başkanlığının uzun yıllara dayanan bu motivasyonu nasıl koruduğu üzerine gelen bir soruya şöyle yanıt verir;

    “1967’de şehir birleştiğinde, bunu tarihi bir olay olarak gördüm. Sonra bu şehire baktım. Ona bakmak ve herkesten daha iyi bakım göstermek tam bir yaşam amacıdır. Kudüs'ün Yahudi tarihinin en önemli unsurlarından biri olduğunu düşünüyorum. Bir vücut, kalp olmadan değil, bir kol veya bacak olmadan yaşayabilir. Bu onun kalbi ve ruhu.”

    Görev süresi boyunca Kudüs, özellikle 1967'de yeniden birleşmesinden sonra modern bir şehir haline geldi.

    Arap topluluğu ile ilişkisi

    1967'nin Altı Gün Savaşında, 1948'den beri Ürdün'ün kontrolü altında olan Kudüs’ün Doğusu, İsrail tarafından ele geçirildi. Yeni birleşmiş bir Kudüs'ün Belediye Başkanı olarak, Kollek'in Arap sakinlerine yaklaşımı pragmatikti. Yetki devrinden birkaç saat sonra, Arap çocukları için süt dağıtımı gerçekleştirdi. Bazı İsrailliler onu Arap yanlısı olarak görüyorlardı. Kollek dini hoşgörüyü savundu ve görev süresi boyunca Arap topluluğuna ulaşmak için çaba sarf etti. Kudüs'ün bir daha asla bölünmemesi ve İsrail'in egemenliği altında kalması konusunda ısrar ederken, nihai bir çözüme ulaşmak için tavizler verilmesi gerektiğine inandı.

    EMEKLİLİĞİ VE ÖLÜMÜ

    Kollek, belediye başkanlığını bıraktıktan sonra emekliliğinde de aktif olarak çalışmaya, bazı çalışmalara katkı vermeye devam etti.

    Kollek 2 Ocak 2007'de öldü. Kudüs'teki Mount Herzl Ulusal Mezarlığı'na gömüldü.

    KAYNAKÇA;

    Wikipedia

    Ayrıntılar

    Titus

    Titus Flavius Vespasianus (39 - 81)

    Titus adıyla da bilinen Flavius Hanedanı mensubu, Roma İmparatoru (79 - 81).Titus, MS 70'teki Yahudi ayaklanmasını da bastıran başarılı bir generaldi. Tacitus ve çağdaşı tarihçilere göre iyi bir imparator olarak kabul edilir. En çok Roma'daki kamu alanlarında yaptığı düzenlemelerle ve 79 yılında VezüvYanardağının püskürmesi ve 80 yılındaki Roma Yangını gibi iki büyük felaketin yaralarınınsarılmasında gösterdiği çabalar ile tanınır.

    Gençliği ve askeri başarıları

    Titus MS 39'da Caligula'nın ölüm yılında Vespasian'ın (İmparatorluğunu henüz ilan etmediği sırada) büyük oğlu olarak Roma'da doğdu. Annesi Domitilla'dır.

    61'den 63'e kadar Büyük Britanya ve Cermanya'da orduda orta kademe subay olarak görev aldı.64'te Roma'ya dönerek önceki Praetorian muhafızları komutanının kızı olan Arrecina Tertulla ile evlendi. Arrecina Tertulla'nın bir yıl sonra ölmesi üzerine daha seçkin bir ailenin kızı olan Marcia Furnilla ile evlendi. Bu evlilikten Julia Flavia adında bir kızları oldu. Eşi Marcia'nın ailesi Nero'ya karşı muhalefetle bağlantılıydı ama her halükarda 65'teki Pisonian komplosunun başarısızlığı üzerine artan korkuları, eşi ile giderek az görüşmesine ve sonunda boşanmasına yol açtı.

    Titus 70'teki (ya da 67) Yahudi isyanını bastırmaya, babası Vespasian ile gitti. Çatışmada XV Apollinaris adıyla bilinen 15. Lejyonun komutanı olarak hizmet verdi. İmparator Galba'nın öldürülmesiyle Titus, bir Flavianus olduğu için Suriye valisi Mucianus'u safına çekmeyi başardı. Titus, Mucianus ve çevrelerindeki taraftarları ile birlikte Vespasian adına çalışmalar yürütmeye başladılar. 69 yılında () Vespasian (70 yılında Yahudi isyanını 4 lejyonuyla birlikte sonlandıracak olan) Titus'a savaşın yönetimini bırakarak, tahtta hak iddia etmek üzere Roma'ya döndü. Titus yönetiminde Kudüs yağmalandı, 2. Kudüs tapınağı yokedildi, insanların birçoğu dağıtıldı ya da öldürüldü. Titus Kudüste olduğu sırada Yahudiye kralı Herod Agrippa I'nın kızı olan Klikyalı Berenice ile aşk yaşadı. 71'de Roma'ya döndüğünde zaferi için ödüllendirildi. Roma Forumu'nun girişindeki Titus Zafer Takı bu zafer onuruna yapılmıştır. Babasının yanında çeşitli konsüllük görevlerinde bulundu ve Praetorian muhafızlarının imparatorluğa sadakatlerini sağlamak üzere muhafızların komutanı olarak hizmet verdi. Bu olaylar tarihçi Josephus tarafından yazılan Kudüs'ün yıkılışı adlı eserde anlatılmaktadır.

    İmparatorluk Dönemi

    Titus 79 yılında babasının halefi olarak İmparator oldu. Suetonius'un bu noktada yazdıklarına göre, yeni bir Kleopatra olarak kıyaslanan Berenice ile olan ilişkisinde var olduğunu iddia ettikleri ahlaksızlıklarından dolayı birçok insan onun ikinci bir Nero olacağı korkusuna kapıldı. Aksine karşılarında ahlaksızlık yerine fazilet sahibi, etkili ve halk tarafından sevilen bir imparator buldular. Vatana ihanet yargılamalarını durdurdu, muhbirleri cezalandırdı, hiçbir vatandaştan hiçbir şey almadı ve gladyatör oyunları düzenlemedi. Su Kemerine ilave olarak (ölümünden kısa bir süre sonra Domitian zamanında yapılan Titus Kemeri ile karıştırılmamalı),Colosseum'un inşaatını tam olarak bitirdi ve Nero'un eski arazisinde Domus Aurea'ya Hamamlarını yaptırdı.

    Titus, Vezüv Yanardağı'nın Napoli Körfezi etrafındaki Pompeii ve Herculaneum gibi şehirler ve sayfiye yerlerindeki hayatları ve binaları yerle bir ettiği 24 Ağustos 79'da imparatordu. 80 yılında ise vebanın vurduğu Roma'yı büyük bir yangın harabeye çevirdi. Titus veba kadar, depremin ve yangının kurbanlarının acılarını hafifletmek için büyük miktarlarda para harcadı. Pompeii'yi patlamadan hemen sonra ve ertesi yıl tekrar ziyaret etti. Saltanatı aynı zamanda Nero'ya ses ve görünüş olarak benzeyen ve onun gibi Lir çalabilen "taklit Nero" Terentius Maximus'un isyanını gördü. Terentius kısa süre sonra Fırat Nehrinin ötesine kaçmak zorunda kalacak ve Perslere sığınacaktı.

    Sadece iki yıl sonra, Titus yüksek ateşten öldü. Suetonius'un yazdığına göre, sıtmaya yakalanmıştı ya da kardeşi Domitian'a bağlı doktorlar tarafından zehirlenmişti. Senato tarafından tanrılaştırıldı ve Domitian halefi oldu.

    Titus'un ünü, zalimlikleri çağdaşı Tacitus tarafından ayrıntılı bir şekilde anlatılan kardeşi Domitian'ın karakterine göre zıt olması nedeniyle sürekli arttı. Titus daha sonraki imparatorlar, özellikle de Beş İyi İmparator tarafından bir model olarak kullanıldı.

    Babylonian Talmud'una göre (Gittin 56b), bir sinek Titus'un burnunun içine girdi ve beynine ulaştı. Öldüğünde, kafatası açıldı ve neredeyse iri bir kuş büyüklüğünde bir sinek bulundu. Söylendiğine göre ölümüne bu sinek neden olmuş ve kötü davranışlarının ilahi bir cezası olarak değerlendirilmişti.

    Kudüs’te Yahudi İsyanı ve Yahudiler

    Roma yönetiminin hâkim olduğu pek çok bölgede, vergilerin toplanması, kanunların uygulanması, arazilerin işletilmesi gibi konularda aksaklıklar ve usulsüzlükler bulunmaktaydı. Ancak Roma’ya karşı belki de hiçbir yerde Kudüs’te olduğu kadar geniş katılımlı bir isyan çıkmamıştı. Romalıları Kudüs’ü kuşatmaya zorlayan olayları başlatanlar Yahudi Zealotlar (Fanatikler)’dı. Romalılar, Filistin’i M.Ö. 63 yılında bölgede kan dökmeden İmparatorluğa katmışlar, sonra da zamanın şartlarına göre “hoşgörülü” sayılabilecek bir yönetim biçimi oluşturmuşlardı. Ayrıca, Yahudilere Roma imparatorluğu içinde, başka topluluklara tanınmamış hak ve ayrıcalıklar verilmişti. Yahudiler kendi kralları tarafından yönetiliyor ve dinlerini özgürce yaşayabiliyorlardı. Uygulanan ayrıcalığın bir göstergesi olarak Yahudilerin dinî hassasiyetlerinden dolayı Yahudiler tarafından “put” olarak nitelendirilen kartal başlıklı Roma sembolü Kudüs’e sokulmamıştır. Yahudilerin önemli bir bölümü de aslında kendilerine tanınan otonominin farkında ve bundan memnun bir şekilde yaşıyorlardı.

    Yahudilerin Roma yönetimi altında yaşamaktan memnun olmasalar bile Roma’ya başkaldırmaları düşünülemezdi. Küçük bir Şehir Devleti olan Kudüs’teki Yahudi idaresi, Roma Devleti ile karşılaştırılamayacak kadar güçsüzdü ve Yahudilerin Roma’ya isyan ederek bir şey elde edemeyeceği de açıktı. Diğer taraftan isyanın ortaya çıkmasında iki tarafın da sorumlu olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim isyanın başlamasında, Nero’nun güvenini kazanmış ve 64 yılında Judea eyaletine vali olarak atanmış Gessius Florus’un bölgedeki katı tutum ve davranışları da Yahudilerin isyanında etkili olmuştur. Florus’un, Yahudilerin Tapınak hazinesinden 17 Talent (antik Yunan ve Roma’da 26 kg.’ye karşılık gelen ölçü birimi) talep etmesi, isyanın başlamasının görünürdeki sebebidir. Diğer taraftan isyanın gerçek sebebi ise, Zealotların (din adamları) bu ortamdan faydalanabileceklerini düşünerek harekete geçmeleridir.

    Roma İmparatoru Nero, Vespasianus’u doğuda bir endişe kaynağı olan bu isyanı yönetmek ve gereken önlemleri almak amacıyla bölgeye göndermiştir. Bu arada isyancılar, Roma valisini öldürmüş ve hareketi genişletmeye çalışmışlardır. Suriye eyalet valisi Licinius Mucianus da isyan ile karşı karşıya kalmıştır. Bölgede bulunan iki lejyon, sekiz Süvari bölüğü ve on yardımcı kohort (cohortes), Vespasianus komutasında doğuya, isyanın bulunduğu bölgeye, sevkedildi.

    İsyan, Kudüs yakınlarında, Masada kayalıklarındaki muhkem bir kalede başlamıştı. Kaledeki Roma garnizonu, Zealotların ani saldırısı ile gafil avlanmış ve askerlerin tümü kılıçtan geçirilmişti. Benzer bir saldırı, Antonia kalesindeki Roma garnizonuna da gerçekleştirilmişti. Garnizondaki askerler, kaleyi terk etmelerine izin verilirse teslim olacaklarını bildirmişlerdi. Zealotlar bu şartı kabul ediyor görünmüşler ve teslim olan askerlerin hepsini öldürmüşlerdi. Roma ordularına karşı girişilen bu savaş, 70 yılında Kudüs'ün kuşatılmasıyla sonuçlanmıştı. Zealotlar’ın aşırı bir tavırla başlattıkları bu savaş, Kudüs’teki Yahudi varlığını sona erdirecek noktaya getirdi.

    Zealotlar, aralarındaki ılımlı Yahudileri susturarak, Kudüs ve çevresinde çok sayıda Roma askeri ve Yahudi’nin kıyımına sebep olan bu ortamda sonuna kadar savaştılar. Fakat Roma birlikleri uzun bir kuşatmanın ardından Kudüs'ün surlarını aşıp şehre girdi. Zealotlar, sokak aralarında, barikatların arkasında savaşmaya, ele geçirdikleri Romalı askerleri vahşice parçalamaya ve böylece karşı tarafı tahrik etmeye devam ettiler. Bu şekilde geri çekilirken bin yıl önce Kral Süleyman tarafından inşa edilen Tapınak’a sıkıştılar. Yahudi Zealotlar’ın bu amansız ve sonu gelmez saldırgan tutumları karşısında Romalılar, Tapınağı kuşatıp içindekileri öldürdüler. Yapıldığı dönemde ihtişamlı bir görüntüye sahip olduğu kalıntılarından anlaşılan Tapınak büyük tahrip gördü. Ardından, Tapınaktaki Menorah, törenle Kudüs’ten Roma’ya getirildi ve bu tasvir Roma’daki Titus Takı’na kazındı. Tapınaktan geriye sadece batı tarafındaki duvar kaldı. Daha sonraki yüzyıllar boyunca bu duvar, Kudüs’teki bu tarihi hezimetin anısına, Yahudiler tarafından “Ağlama Duvarı” olarak kabul edildi.

    Kuşatma altındaki Yahudi grupları arasında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Zamanında altın çağını yaşamakta olan şehir surları Roma İmparatorluğu’nun görkemli ordusu tarafından çevrelenmişti. Haftalardır devam eden ağır kuşatmaya karşı ne yapmak gerektiği sorusu Yahudileri birbirine düşürmüştü. Uzun süredir yarı aç şekilde savaşmakta olan şehrin yiyecek stokları tükenmek üzereydi. Başarılı komutan Titus tarafından yönetilen Roma ordusu döneminin en güçlü ordusuydu. Yahudilerin bu güce karşı koymasının mümkün olmadığı mücadelenin her evresinde açıkça görülebilirken, Yahudiler Roma’ya karşı mücadelede ısrarcı oldular.


    Resim 1: 71‟de Judea‟daki zafer sonrası Vespasianus ve Titus‟un Zafer alayını anlatan sikkenin ön ve arka yüzü.

    İsyanın Sonucu: Bağnaz Yahudi liderlerinin, Kudüs’te 66 yılında sebep oldukları ayaklanma sonunda, Titus isyancılara karşı oldukça sert tedbirler almıştır. İsyancılardan pek çoğu hapse atılmış, öldürülmüş ya da köle olmuştur. Bunun üzerine, Yahudi yönetici sınıfı unutulmuş ve Kudüs’teki Tapınak’ta ibadet sona erdirilmiştir. 70 yılında isyan bastırıldıktan sonra Kudüs ele geçirilmekle birlikte, Diasporadaki Yahudiler de isyan sebebiyle kötü bir şekilde aşağılanmışlardır. Diğer taraftan, Diaspora ’da bazı Yahudi gruplarının bazı ayrıcalıklarını kullanmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Titus, Roma İmparatorluğu’nun her yanında Yahudilere uygulanan bu kötü muamelenin, Yahudilerin İmparatorluk’a bağlılıkları konusunda güvenin sarsılması ve her fırsatta isyan çıkarmaları sebebiyle gerçekleştiğini belirtmiştir. Kudüs’teki Yahudi yönetici kesimin Roma’yla bağlarını kopararak kendi kendilerine bir güç haline gelmek istemeleri şehirdeki isyanın ve sonucundaki cezalandırmanın en temel sebebiydi.

    Kudüs’te azınlıkta olan akılcı insanların lideri durumundaki Haham Yohanan Ben Zakkai, Romalılara karşı mücadeleyi sürdürmenin cüretkârlık olduğunu fark ederek ayaklananları durdurmaya çalışmışsa da bunda başarılı olamamıştır. Bütün çabalarına karşın, Zealotlar, bu düşünceyi “ihanet” sayarak, sonuna kadar Roma’yla savaşa devam etmiştir. Bunlar bir şekilde bir mucizenin gerçekleşeceğine ve Roma’yı ne olursa olsun yeneceklerine inanmaktaydı. Bu iki grup arasında çıkan tartışmada Zealotlar, Haham Ben Zakkai ve onu destekleyenlere üstün gelerek Kudüs’ün ve tüm Yahudi toplumunun kaderini ellerine aldılar. Romalıların “teslim ol” çağrısını hiçe sayarak barış için gönderdikleri elçileri öldürerek barış ümitlerini ortadan kaldırdılar. Bu aşırı grup, çatışmayı daha da alevlendirmek için ellerinden gelen her şeyi yaparak, ılımlı Yahudileri susturmuş ve tek doğru yolun kendilerininki olduğuna inanarak, kendilerinden farklı düşünenleri gerçek Yahudi olmamakla suçlamış ve dışlamışlardı. Ancak 70 yılındaki bu yenilgiyle birlikte Kudüs harap olmuş ve çok sayıda Yahudi ya öldürüldü ya da bir daha bir araya gelemeyecek şekilde köle olarak satıldılar.Ayrıca bu isyan sırasında, çevrede Yahudilere karşı olan toplumlar da bu karmaşa döneminden faydalanarak Yahudileri katlettikleri gibi, Yahudi olmayan pek çok insan da bu süreçte katledilenler arasında olmuştur.

    Titus’un fiziksel cezalandırmalarından sağ kurtulanlar, topraklarını kaybetmiş oldular. Vepasianus, bu topraklara el koydu ve bu topraklar için en yüksek fiyatı veren kişilere sattı. Vespasianus’un Yahudi Tapınağı için toplanmakta olan Tapınak vergisini, dinî bir merkez olan Kudüs yerine Roma’ya gönderilmesini istemesi Filistin’de Romalılara karşı Yahudi isyancıların harekete geçmelerine sebep olmuştu. Ancak Diasporadaki Yahudiler 66-70’de isyana katılmadıklarından ve bu durumu desteklemediklerinden dolayı Vespasianus, Diasporadaki Yahudilerin haklarını korumuştur. Diasporada yaşamakta olan Yahudiler, Roma yönetimi altında kendilerini tehlikede görmediklerinden Kudüs’teki isyanı desteklememişlerdi. Ancak yine de İmparatorluğun bazı yerlerinde, mesela Asya’daki Yahudi topluluğu yeni vergi uygulamasından eski Tapınak vergisi yerine fiscus Juadicus’a ödenen (Jupiter Capitolinus için ödenen didrachmon) vergiden muaf olamamışlardır.

    Haham Yohanan Ben Zakkai, durumu akılcı bir şekilde değerlendirerek hamasi bir harekete girişilmemesi gerektiğini halka anlatmıştı. Ancak Zealotlar, bu şekilde düşünen azınlığa üstün gelerek Yahudi toplumunu savaşa sokmuşlar ve sert sonuçlara maruz kalmasına sebep olmuşlardır. Yahudileri yaşanan felakete sürükleyen Zealotlar direnmelerine devam ederek yeni sıkıntılara sebep olmuşlardır. Kudüs’teki kıyımdan kurtulanlar, isyanın başladığı yerde, Masada kalesinde bir kez daha örgütlendiler ve yeniden Roma'ya karşı silahlı mücadeleye giriştiler. Sonunda 73 yılında, 960 Zealot, eşleri ve çocukları ile birlikte Masada da sıkıştırıldılar ve teslim olmaya zorlandılar. Ancak Romalılar kaleye girdiklerinde tek bir canlı Yahudi bile bulamadılar; teslim olmaktansa birbirlerini öldürerek topluca intihar etmeyi tercih ettiler.

    En önemlisi de, savaş sırasında, 68 yazının başlarında, Vespasianus’un ordusundan bir bölük, çölün tam ortasında, Ölü Deniz sahilinde bulunan Kumran Manastırı’na saldırmış ve burayı yok etmiştir. Manastırı savunanların bu mücadele sırasında katledildiği anlaşılmaktadır. Roma’yla mücadeleye ve öldürmeye tüm gücüyle karşı çıkmış olan Haham Yohanan Ben Zakkai, şehir kuşatıldığında bir tabut içinde kaçırılmıştır. Yohanan’ın savaş sonunda, bir şekilde Roma’dan aldığı izinle kurduğu okul sayesinde etnik olarak yenilmiş ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olan Yahudi halkının inandığı Yahudi dini devam ettirilmiştir.

    Romalılar, bölgedeki bu önemli olayın anısına çok sayıda sikke bastırmışlardır. Üzerinde farklı betimlemelerle günümüze kadar gelebilen bu sikkeler, tarihte Judea’da Roma için ortaya çıkan bu tehlikenin önemini ve buna karşı Roma‟nın gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca, Tapınak’ın (Bet Amikdaş) tahribi ve buradaki Menorah (Yedi kollu şamdan) ve Yahudi kutsal eşyalarının Roma’ya getirilmesi, Roma’daki zafer takının kabartmalarının bir kısmında resmedilmiştir.

    66-70 yıllarını kapsayan Kudüs’teki Yahudi isyanı ilk sonuçları itibariyle çok sayıda Yahudi’nin ölümüne sebep olmasına karşın diğer yönüyle, Yahudiler arasında dinî ve kültürel bilincin yeniden canlandırılmasında da rol oynamıştır. Bu mücadele sırasında, çok sayıda Yahudi lideri öldüğünden, Yohanan Ben Zakkai, Yavneh’te Haham Gabriel’in sülalesinin ve bilginlerin toplanması iznini Vespasianus’tan talep etti ve İbrani takvimi belirlendi. Yahudi hayatına yön verecek kurallar (Takkanot) ve bazı gelenekler artık Bet Amikdaş’ın tahrip olması (mevcut olmadığı düşüncesiyle) sebebiyle buna göre düzenlendi.Yohanan Ben Zakkai’ın açtığı okul ve Diasporadaki Yahudilerin, “göçmenlik ruhuyla” birbirleriyle irtibat kurarak kendi durumlarını görmeleri, Yahudiler arasında yeniden dinî-etnik bir milletin, teokratik-sosyal anlayışla kendine dönüş dönemi olarak nitelenebilir. Bu dönemden sonra Yahudilerin özgün bir “Yahudi koloni” anlayışı oluşturdukları da belirtilebilir. Yahudi kolonileri, bulundukları herhangi bir yerde kendilerine karşı ortaya çıkabilecek herhangi bir karşıt tavır için her vakit göç etmeye hazır durumda yaşamışlardır. Herhangi bir durum karşısında gidecekleri yerler, ya daha önceden bildikleri ya da bir şekilde akraba ve tanıdıkları yoluyla bildikleri yerler olmuştur. Yahudiler, dünyanın her yerinde, yaşadıkları bölge ve ülke şartlarına uyum sağlarken, farklılıklarını kendi içlerinde geleneksel değerlerle yaşatmaya çalışmışlardır. Bu sebeple, bütün dünyada Yahudilere, Eskiçağdaki gizem dinlerindeki, -sadece kendi üyelerinin bildiği gizemlere (esoterikos) sahip topluluk- sırlı, esrarlı bir bakış açısının gelişmesine de sebep olmuştur. Yahudiler, “sürekli göç” ve “gettoda yaşamanın” bir yönüyle onlar için bir eziyet olduğunu ifade etmekteydi. Diğer taraftan bu yaşantının, hayatta dünyanın farklı yerlerinde zor ve çetin şartlara uyabilen, başarılı insanlar olmalarında etkili olduğunun farkına da varmışlardır. Nitekim bu durumu “ezilmişlik, kovulmuşluk ve diğer toplumlardan soyutlanmışlık” şeklinde tasvir ederek bu duyguları toplumlarını oluşturmada kullanmışlardır. Halen bu duygular İsrail Devleti’nin bölgede varlığını devam ettirmede kullanılan bir yöntem olarak kendini göstermektedir. “Ezilmişlik ve itilmişlik” duygusu dünyanın pek çok ülkesinde Yahudi liderler tarafından kullanılagelen bir toplum psikolojisi yönlendirmesidir. II. Dünya savaşı sırasında Alman yönetiminin, Almanya ve Almanların işgal ettikleri bölgede Yahudilere uygulanan kıyım, ekonomik ve sosyal olarak İsrail Devleti’nin oluşumunda ve devamlılığında kullanılmıştır/kullanılmaktadır.

    Bu arada, Kudüs’te ve diğer bölgelerde yaşamakta olan Yahudiler, yaşamakta oldukları ortam ve toplumlardan etkilenerek inanç, ibadet ve yaşayışlarında farklılıklar oluşturmuştur. Bir zamanlar Babil’e sürgüne giden Yahudiler de, yaşadıkları özgün ortamda kendilerince Talmud’u yazarak eski geleneklerini kısmen yaşatmaya çalışmışlardır. Fakat bu gelenekler artık, dinî özünden çıkarak, kültürel boyut kazanmış ve Kenanlı, Babilli, Mısırlı, Hellen ve hatta Romalı özellikler taşıyan bir felsefe ve siyaset kitabı haline dönüşmüştür. Bir dinden çok, geleneksel bir “teokratik sosyalizm”e dönüşen Yahudilik böylece, Yohanan Ben Zakkai gibi liderlerin açtıkları okullar ve Babil Yahudileri sayesinde yeniden ve yeni unsurlarla güncelleştirilerek yaşama imkânı bulmuştur. Babil sürgünü ile Titus dönemindeki sürgün devresinin belirleyici olduğu bu dönem Apokaliptik Dönem olarak adlandırılır ve Musevilikten Yahudiliğe; İsrailoğulları’ndan evrensel topluluğa dönüşen bu toplumun kitabı olarak “Tevrat” ortaya çıkmıştır.

    Yahudilerin içinden bazı gruplar, kendilerinin diğer tüm insanlardan üstün olduklarına ve ne olursa olsun bir gün bir şekilde galip geleceklerine inanarak, Roma’ya karşı ayaklanmalar çıkarmaya devam etmişlerdir.

    Referanslar

    Wikipedia, https://tr.wikipedia.org/wiki/Titus_Flavius_Vespasianus (12.11.2020)

    ERDEMİR Hatice P. Ve ERDEMİR Halil, Kudüs’te Yahudi İsyanı ve Yahudiler, History Studies Ortadoğu Özel Sayısı / Middle East Special Issue 2010

    Ayrıntılar

    Ubade Bin Samit (r.a)

    shâb-ı kiramdan olan Ubade (r.a.), ensarın önde gelenlerindendir. Künyesi Ubâde Ebû Velîd olup, Hazrec kabilesinin Avfoğulları koluna mensuptur.
    Babası, Sâmit bin Kays bin Esrem bin Fihr, annesi, Kurret-ül-ayn binti Ubâde binti Nadle binti Mâlik bin Aclân’dır. Uzun adı Ubâde bin Sâmit bin Kays bin Esrem bin Fihr bin Sa’lebe bin Ganem bin Sâlim bin Avf bin Amr bin Avf bin Hazrec’dir. Medine’de 583 yılında Medine’de doğmuş, hicri 34 senesinde (MS 654) Filistin’de vefat etmiştir. Kabri Mescid-i Aksa’nın kıble tarafındaki surlarının hemen dibindeki Babür Rahme kabristanında olup, aynı mezarlıkta sahabi Şeddad bin Evs’in de kabri bulunmaktadır.

    Ubade (r.a.), Peygamber Efendimizin (sav) süt teyzesi Ümmü Harâm (r.a.) ile evlenmiş olup nikahlarını Peygamberimiz (sav) kıymıştır. . Ümmü Hâram (r.a), Hz. Osman döneminde hicri 28 yılında (MS 648-649) eşi Ubade (r.a.) ile birlikte Kıbrıs seferine katılmış ve Kıbrıs’ta attan düşürek şehit olmuştur. Ümmü Harâm’ın kabri Kıbrıs’ta Larnaka yakınlarında olup, Kıbrıslı müslümanlar Ümmü Harâm’a “Hala Sultan” demektir.

    Birinci Akabe Biat’ında (MS 621) müslüman olan on iki sahabiden biridir. Ubade Bin Samit, ikinci Akabe Biatı’nda da (MS 622) bulunmuştur. Annesi ve birçok başka sahabi de ikinci Akabe Biatı’nda müslüman olmuşlardır.

    Ubade bin Samit Peygamber Efendimize (sav) biat ederken ”Ya Resulullah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni yolumdan alıkoymamak üzere, sana biat ediyorum” demiştir.

    Biatlarını; “Allah Teala’ya hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocukları öldürmemek, yalan söylememek, iftira etmemek ve Resûlullah’a (sav) asi olmamak” üzere yaptıklarını söyleyen Ubâde (r.a.) hayatının her safhasında verdiği bu sözlere riâyet etmiştir. Peygamberimiz (sav) buyurdu ki; “Eğer ahdinizde (sözünüzde) durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz, sizin işiniz Allahü Teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse af eder.

    Hicretin ardından Resûl-i Ekrem, Ubâde ile muhacirlerden Ebû Mersed Kennâz b. Hasîn (Husayn) el-Ganevî’yi kardeş ilân etti.
    Ubâde, Hz. Muhammed’in (sav) emri üzerine Abdullah b. Saîd b. Âs ve Hafsa bint Ömer gibi sahâbilerle beraber halka okuma yazma öğretti. Bedir, Uhud, Hendek gazveleriyle Hudeybiye Antlaşması’nda bulunduğu gibi Resûlullah’ın bütün gazvelerine iştirak etti. Mekke’nin fethi sırasında ensar birliğinin kumandanlığını yaptı. Asr-ı saâdet’te Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberleyen Medineli beş sahâbîden biri olan Ubâde, Ashâb-ı Suffe’den Kur’an okumayı bilmeyenlere Kur’an öğretti.

    Ubade (r.a.) sevgisi, itaati, doğruluğu hep Allah içindi. Doğruyu söylemek hususunda hiç kimseden çekinmezdi, Tüm ilişkilerini Kur’an ve sünnet ekseninde şekillendirmiştir. Onun sadakat ve adaletini yaşanan şu olay güzelce özetlemektedir; “Ubâde Bin Samit (r.a.) ailesi ve mensubu olduğu Hazrec kabilesi Medine’deki Beni Kaynuka yahudileriyle yapılan eski bir anlaşmaya bağlı idiler. Resûlullah (s.a.) Medine’ye hicret edince yahudiler barış yapmış görünürler. Bedir savaşından sonra Medine’deki yahudiler fitne çıkarmaya başlarlar. Müslümanlara iftiralar atarak tehditler savururlar. Ubâde (r.a.) yahudilerin bu fitnelerini, yalan ve iftiralarını görünce onlarla ailesi arasındaki anlaşmayı bırakır ve “Ben ancak Allah’ı, onun elçisini ve mü’minleri severim”diyerek Resûlullah’a (s.a.) verdiği söze ve yaptığı biata sadakatini gösterir. Onun bu davranışı üzerine “Kim, Allah’ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, şüphesiz Allah’tan yana olanlar üstün gelirler.” (Maide:56) ayeti nazil oldu.

    Ubade (r.a).Fahri Kainat (s.a.) Efendimizden 181 tane hadisi şerif rivayet etmiştir.
    Hadis naklinde ise çok titizdi. Rivayetlerinde:“Resûlullah’tan (s.a.) bizzat dinledim. Resûlullah’tan (s.a.) duyduğuma şehadet ederim.” şeklinde ifadeler kullanırdı. Her hareketinde olduğu gibi özellikle hadisleri son derece itina ile naklederdi.

    O, hayatını insanlara dinini öğretmekle geçirmiştir. Başka bir vazife kabul etmemiştir. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.) ile aralarında geçen şu hadise ona çok tesir etmiştir. Şöyle ki:

    “Resûlullah (s.a.) Ubâde Bin Sâmit’i (r.a.), zekat tahsiline göndermek üzere yola çıkınca: “Ey Velid’in babası! Allah’tan kork, Kıyamet günü boynunda bağıran deve ile veya böğüren inek, meleyen koyun ile mahşer yerine gelme” diye nasihat etmiştir. (Humeydî, II, 397).

    Ubâde (r.a.): “Böyle mi olacak ya Resûlullah!” der.

    Efendimiz (sav) de: “Allah’a yemin ederim ki evet öyle olacak ey Ubâde. Ancak, Allah’ın merhamet buyurdukları müstesna’’ buyurur. Bunun üzerine Ubâde (r.a.): “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben de bundan böyle bu gibi işlere girmem” der.

    Hz. Ömer’in hilâfeti devrinde Dımaşk Emîri Yezîd b. Ebû Süfyân halifeye bir mektup yazarak Suriye halkına Kur’ân-ı Kerîm’i ve İslâm’ı öğretecek muallimlere ihtiyaçları olduğunu bildirdi ve bu amaçla üç kişi gönderilmesini istedi. Hz. Ömer de Ubâde b. Sâmit’i Muâz b. Cebel ve Ebü’d-Derdâ ile birlikte Suriye’ye yolladı. Halifenin tavsiyesi üzerine her biri Humus’ta, Dımaşk’ta ve Filistin’de muallimlik yaptılar. Ubâde (r.a.) aynı zamanda Kudüs’ün fethinden sonra ilk kadısı oldu. ve bu görevi bir süre sürdürdü Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân ile birlikte Bizans topraklarına gerçekleştirdikleri seferde Ubâde’nin fâiz saydığı ticarî bir meselede vali ile aralarında anlaşmazlık çıktı. Bu yüzden Ubâde (r.a.) seferin ardından Medine’ye döndü.

    Halife Ömer, Ubâde (r.a.)’ya kendisi gibi insanların bulunmadığı yerlerin hayırsız topraklar sayılacağını söyleyip onu Suriye’ye dönmeye ikna etti.
    Ayrıca Muâviye’ye yazdığı mektupta ihtilâf ettikleri konuda Ubâde (r.a.)’nın haklı olduğunu belirterek onun görüşünü uygulamasını istedi; kendisinin Ubâde (r.a.) üzerinde otorite kullanmaya kalkışmamasını tavsiye etti. (İbn Mâce, “Sünnet”, 2).

    Ubâde b. Samit İslâm fetihlerine devam etti; daha sonra Humus’a vali tayin edildi. Bu görevde iken Lazkiye ve Cebele’yi ele geçirdi (hicri 17/ MS 638). Tartûs’un (Antartus) ve İskenderiye’nin fethinde kumandan olarak görev yaptı. Hz. Ömer’in Mısır’ın fethiyle görevlendirdiği Amr b. Âs halifeden yardımcı kuvvetler isteyince halife ona her birinin kumandasında 1000 kişi olmak üzere Ubâde b. Sâmit, Zübeyr b. Avvâm, Mikdâd b. Esved ve Mesleme b. Muhalled ile 4000 kişilik bir kuvvet gönderdi (hicri 20/ MS 641); Amr b. Âs’a yazdığı mektupta ayrıca bu dört kumandandan her birinin 1000 kişiye bedel olduğunu kaydetti.

    O günlerde Mısır Valisi Mukavkıs’ın talebiyle Amr b. Âs’ın yolladığı on kişilik heyetin başkanlığını yapan Ubâde’nin heybetli görünüşü ve güzel konuşmasıyla Mukavkıs’ı etkilediği rivayet edilir. (İbn Abdülhakem, s. 74).

    Ubâde b. Samit vefatından önce kölelerini, hizmetçilerini ve komşularını yanına çağırarak onlardan helâllik istedi.
    Oğlu Velîd’e Allah’a ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmasını vasiyet etti (Müsned, V, 317; Tirmizî, “Ķader”, 17). Bu sırada, çevresinde bulunanlara bir hadisi yanlış anlaşılabileceği endişesiyle o güne kadar rivayet etmediğini, bu hadiste kelime-i şehâdet getiren kimsenin cehennemde ebedî kalmayacağının bildirildiğini söyledi. (Müslim, “Îmân”, 47).

    Kudüs’ün Hz. Ömer döneminde fethinden sonra Kudüs’ün ilk kadısı olan ve adaletli davranmasıyla Kudüs’te yaşayan hristiyan ve yahudileri de olumlu yönde etkilemiş, Hz. Ömer’in adaletinin Kudüs’teki ilk uygulayıcısı olmuştur.
    Ubade (r.a), iki metreden uzun boyu, geniş omuzları ile heybetli bir şahsiyet, koyu esmer tenli, güzel giyinmeyi seven biriydi. Zengin olduğu halde dünyaya rağbet etmeyip, dünyadan, dünya varlıklarından, mal mülk sevdasından yüz çeviren zahid birhayat yaşamayı tercih eder, ihtiyaç sahiplerine ve özellikle muhacirlere ikramda bulunurdu. Allah kendisinden razı olsun.

    Kaynaklar:

    1-Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, 1994 – Mart, Sayı: 097, Sayfa: 026
    2-Müsned, V, 313-330; İbn Sa‘d, eŧ-Ŧabaķāt, I, 217-223; II, 356-357; III, 546, 621; İbn Abdülhakem, Fütûĥu Mıśr (nşr. Muhammed el-Huceyrî), Beyrut 1416/1996, s. 73-80; Taberânî, el-MuǾcemü’l-evsaŧ (nşr. Târık b. Avazullah - Abdülmuhsin el-Hüseynî), Kahire 1415, VIII, 133; Humeydî, Müsned (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), II, 397; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe (Bennâ), III, 160-161; Zehebî, AǾlâmü’n-nübelâ, II, 5-11; İbn Hacer, el-İśâbe (Bicâvî), III, 624-626; a.mlf., Tehźîbü’t-Tehźîb, V, 111-112; Vehbe ez-Zuhaylî, Ubâde b. eś-Śâmit, Dımaşk 1408/1988; Abdüssettâr eş-Şeyh, Alâmü’l-ĥuffâž ve’l-muĥaddiŝîn, Dımaşk-Beyrut 1417/1997, I, 397-419.
    3)Yaşar Kandemir
    http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=420014

    Ayrıntılar

    Velid Bin Abdülmelik

    (672-715)

    672 (hicri 52) yılında Medine’de doğdu. Annesi Abs kabilesinden Vellâde bint Abbas’tır. Kardeşleri Süleyman ve Mesleme ile birlikte özel hocaların gözetiminde yetişti. Oğullarının eğitimiyle bizzat ilgilenip bazen onları imtihan eden Abdülmelik, hocalardan oğullarına Kur’an okumayı, bir idareci için önemli olan güzel konuşmayı ve şiiri öğretmelerini, ayrıca güzel ahlâk kazandırmalarını isterdi. Abdülmelik’in oğluVelîd’e Arapça hocaları tuttuğu halde Velîd’in bu konuda başarılı olamadığı ve halifeliği döneminde de konuşurken önemli dil hataları yaptığı kaydedilmektedir. Velîd’in bilinen ilk görevi 696 yılındaki Bizans seferine kumandan tayin edilmesidir. Bir yıl sonra hac emirliği yaptı. Abdülmelik, babasının kendisinden sonra veliaht olarak belirlediği kardeşi Abdülazîz’in vefatının ardından büyük oğlu Velîd’i birinci, diğer oğlu Süleyman’ı ikinci veliaht tayin etmişti (704). I. Velîd babasının vefatı üzerine 705 yılında hilâfet makamına geçti .

    Velîd, Hulefâ-yiRâşidîn döneminde gerçekleşen ilk büyük fetihlerden altmış yıl sonra İslâm tarihinin ikinci büyük fetih harekâtını başlattı. Mâverâünnehir fâtihi Kuteybe b. Müslim, Sind ve civarının fâtihi Muhammed b. Kāsım es-Sekafî, Anadolu ve Kafkasya seferlerinin meşhur kumandanı Mesleme b. Abdülmelik, İspanya fâtihleri Târık b. Ziyâd ile Mûsâ b. Nusayr önemli fetihler gerçekleştirdiler. Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim 708-709 yıllarında Ceyhun nehrini geçerek Sagāniyân, Tohâristan, Beykent ve ardından Mâverâünnehir fetihleri için büyük önem taşıyan Buhara’yı ele geçirdi. 710-711 yıllarında Sicistan Türk Hükümdarı Rutbîl’in barış isteğini kabul ederek bölgeyi hâkimiyeti altına aldı. Ertesi yıl Hârizm melikini (Afrigoğulları) vergiye bağladı. Mâverâünnehir’in en müstahkem şehri olan, Hindistan, İran ve Türk ülkelerinden gelen ticaret yollarının kesiştiği noktada bulunan Semerkant’ı fethetti (711-712). Bir yıl sonra Şâş ve Fergana fetihlerini gerçekleştirdi. 714 yılında gerçekleştirdiği seferde Haccâc’ın ölüm haberini alınca Merv’e döndü. Ancak Horasan’ı Irak valiliğinden ayırıp müstakil hale getiren ve Kuteybe’yi oraya vali tayin eden I. Velîd’in emriyle fetihlerine devam etti.

    715 yılında çıktığı son seferinde Çin sınırlarına en yakın şehir olan Kâşgar üzerine yürüdü. Bu sırada Halife Velîd’in öldüğünü ve yerine kendisine kin besleyen Süleyman’ın geçtiğini haber aldı. I. Velîd döneminde doğu cephesinde ikinci fetih hareketi Sind bölgesinde gerçekleştirildi. Haccâc tarafından 708 yılında Sind valiliğine tayin edilen Muhammed b. Kāsım, Deybül üzerine gidip şehri ele geçirdi (712). Ardından Nîrûn, Sivîstan (Sedûsân), Brahmanâbâd ve Mültan fethedilerek Sind topraklarının tamamı hâkimiyet altına alındı. Böylece 711-715 yıllarındaki fetihlerle bugünkü Belûcistan’dan Hindistan’da Kathiavar’a kadar bütün İndus vadisi İslâm egemenliğine girmiş oldu.

    Fetihlerin ikinci cephesini Anadolu (Bizans) ve Kafkaslar teşkil etti. Halifenin kardeşi Mesleme 707-708 yıllarında Bedendûn (Pozantı) çevresini, Tuvâne (Tyana) ve Ammûriye ile (Amorion) Eskişehir’i zaptetti. 710 yılında el-Cezîre, İrmîniye ve Azerbaycan valiliğine getirilen Mesleme, aynı yıl Kafkasya cephesinde Hazarlar’a karşı düzenlediği seferlerde bazı şehir ve kaleleri ele geçirdi. 711-712 yıllarında Amasya’yı ve bölgedeki bazı merkezleri, 714 yılında Kafkasya cephesinde bölgenin en müstahkem şehri Derbend’i ve çevresini fethetti. Ayrıca Cerâcime üzerine giderek Amanos bölgesini hâkimiyet altına aldı.

    Fetihlerin üçüncü cephesi Kuzey Afrika ve Endülüs oldu. Halife, İfrîkıye ve Mağrib valiliğini Mısır valiliğinden ayırıp doğrudan hilâfet merkezine bağlamıştı. Bu sırada Mağrib-i Evsat’ın fethini tamamlamış olan İfrîkıye Valisi Mûsâ b. Nusayr, Mağrib-i Aksâ’yı fethetmek için harekete geçti (706); iki yıl içerisinde Sebte (Ceuta) hariç Kuzey Afrika’nın tamamı İslâm egemenliğine girdi. Sardinya, Mayurka ve Minorka adaları, Sicilya’daki bazı şehirler ele geçirildi. Mûsâ b. Nusayr, 711 yılı ilkbaharında kendisine bağlı Tanca Valisi Târık b. Ziyâd’ı İspanya’ya gönderdi. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan boğazı geçerek İspanya fethini başlatan Târık, Vâdiilekke savaşında Vizigotlar’ı ağır bir yenilgiye uğrattı. Ardından kısa sürede Malaga (Mâleka), Elvira (İlbîre), Córdoba (Kurtuba), Ecija (İsticce) ve başşehirleri Toledo’yu (Tuleytula) fethetti. Fetih haberlerini aldıktan sonra 712 yılında Endülüs’e geçen Mûsâ b. Nusayr da başka bir güzergâh izleyerek Sevilla (İşbîliye), Carmona (Karmûne), Niebla (Leble), Mérida’yı (Mâride) ele geçirdi ve ertesi yıl Târık b. Ziyâd ile Toledo’da buluştu. İki kumandan fetih harekâtını İspanya’nın kuzeyine doğru iki koldan sürdürdü. Üç yıl gibi kısa bir süre içinde kuzeyde küçük bir bölge olan Asturias dışında İspanya’nın tamamına yakını ele geçirildi. Mûsâ ile Târık, 714 yılında Halife Velîd’in emriyle Dımaşk’a dönmek üzere Endülüs’ten ayrıldı. Bu fetihler neticesinde İslâm orduları Fransa içlerine kadar ilerledi ve Emevî Devleti’nin sınırları Türkistan’dan Fransa içlerine, Anadolu’dan Hindistan’da Kathiavar’a kadar genişledi. Emevî Devleti, Velîd zamanında askerî gücünün zirvesine ulaştı. Yine bu fetihler sayesinde gelecekte İslâm’ın bayraktarlığını yapacak olan Türkler arasında İslâm’ın yayılması yolunda önemli başarılar elde edildi.

    I. Velîd döneminde gerçekleştirilen fetihler iktisadî hayatı canlandırdığı gibi bölge ticaretinin müslümanların eline geçmesini de sağlamış, bu gelirlerle ülke içinde refah artmış, ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetler canlanmıştır. Gelişmeler imar faaliyetlerine de yansımış, Velîd bilhassa dinî mimari alanında bazıları bugüne ulaşan önemli eserler yaptırmıştır. Mescid-i Aksâ’yı yeniden inşa ettiren Velîd, Mescid-i Nebevî’yi de genişletmiş, Mescid-i Kubâ’da imar çalışmaları yaptırmış. Kâbe’nin onarım ve bakımı için Mekke Valisi Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’ye 30.000 dinar göndermiştir. Mescid-i Harâm’a ilâveler yapılmış, bu sırada Kâbe’nin kapısı ve oluğu ilk defa altınla kaplatılmıştır.

    KAYNAKÇA;

    https://islamansiklopedisi.org.tr/

    Ayrıntılar

    Winston Churchill

    Winston Leonard Spencer-Churchill, 1874 yılında İngiltere'nin Oxfordshire kentindeki Blenheim Sarayı'nda doğdu. Babası İngiliz Muhafazakar Parti liderlerinden Lord Randolph Churchill, annesi ise New York’lu zengin bir iş adamı olan Leonard Jerome’nin kızı Jenny Jerome’dir. Annesi ile sıcak ve yakın ilişkisi olan Churcill’in babası ile ilişkileri ise hep mesafeli ve soğuk oldu. Aile sıcaklığı ve sevgisinden yoksun büyüyen Winston, 1895 yılında babasını kaybetti.
    1888 yılında Churchill, Londra yakınlarında bulunan ve yatılı eğitim veren Harrow School'a gitmeye başladı. Churchill, kayıtlarının yapıldığı haftalarda Harrow Tüfek Kolordusu'na katıldı ve askeri kariyeri de başlamış oldu. Churchill, Harrow'u bitirdikten sonra, Sandhurst'taki Kraliyet Askeri Koleji'nin giriş sınavını üçüncü denemesinde kazandı. Üçüncü denemede kazandığı 130 öğrencisi olan okulunu 1894 yılında okul yirmincisi olarak bitirerek süvari subayı olarak mezun oldu. Orduda bulunduğu süre içinde, Hindistan, Mısır ve Sudan gibi ingiliz sömürge ülkelerinde, İngiltere'ye karşı yürütülen bağımsızlık hareketlerinin bastırılmasında etkin görevler aldı.
    1895 yılında Churchill Küba'ya askeri gazeteci olarak, Daily Graphic gazetesi için İspanyol ordusu hakkında makale yazmak üzere gitti. 1898 yılında yayımlanan The Story of Malakand Field Force (Malakand Sahra Gücünün Öyküsü) adlı kitabı ile İngiltere de hızla tanınmaya başladı. Ancak kitabında ordunun ve sömürge yönetiminin aksaklılarını sergilediği için askeri ve idari kesimler tarafından sert bir biçimde eleştirildi.
    1898 yılında Mısır’a atanan Churchill, Omdurman savaşına katıldı.(Bu savaşta, sadece 5 İngiliz askeri ölürken, çoğu silahsız yaklaşık 7 bin Sudanlı İngiliz askerleri tarafından katledildi).
    1899 yılında Churchill, ingiliz ordusundan ayrılarak muhafazakâr günlük bir gazete olan Morning Post için bir savaş muhabiri olarak çalışmaya başladı. Güney Afrika'daki Boer Savaşı'nı muhabir olarak takip ederken bir keşif seferi sırasında Boerliler (Güney Afrikya’ya yerleşmiş çoğu Hollanda kökenli Avrupalı göçmenler) tarafından esir alındı. Hapishaneden kaçmayı başardı ve Mozambik'teki Portekiz topraklarına kadar yaklaşık 300 mil seyahat etti. Britanya'ya dönüşü üzerine deneyimlerini Pretoria adlı kitabında topladı.
    1900 yılında Churchill, Manchester’ın Oldham kasabasından İngiliz Muhafazakar Partisi'nin adayı olarak seçimlere girdi ve milletvekili seçildi. Ardından Churchill, sömürgeler müsteşarlığı görevi verildi. Ancak, daha sonra partisinden istifa eden Churchill 1904 yılında Liberal Parti'ye geçti. 1908 yılında tekrar milletvekili seçildi ve Ticaret Bakanı olarak kabinede görev aldı. 1908-1912 yılları arasında Lord Asquith'in büyük reform hükümetinde görev yapan ve oldukça aktif olan Churchill özellikle işsizlikle mücadele eden çalışmaları ile öne çıktı.
    SÖMÜRGE SEKRETERLİĞİ ve FİLİSTİN:
    1912 yılında İngiliz donanma filosunun komutanı olarak göreve başlayan Churcihll, 1.Dünya savaşının kaderini etkileyen Çanakkale savaşında göstermiş olduğu başarısızlık üzerine donanmadaki görevinden alındı. 1921 yılında sömürge sekreterliği (collonial secretary) görevine getirildi. Ortadoğudaki sorunlu bölgelerle ilgili konuları ise sömürge sekreterliği döneminde gündeme getirdi. Bölgedeki arap meselelerinin çözümü için ingiliz kara gücüne destek amacı ile pahalıya mal olacak bir hava kuvvetleri kurulması yerine, İngiliz çıkarlarına hizmet edecek arap hükümetlerinin kurulması fikrini savunan Lawrence'in tavsiyesini büyük ölçüde uyguladı. Yahudilere ve Araplara karşı vaatler verdiği ve 1922 yılında Filistin'i bir yahudi vatanı olarak teyit eden ve aynı zamanda sözde arap haklarını tanıyan Beyaz Kitap'ı yayınlattı. Beyaz Kitap ile Churchill, Britanya’nın Balfour Deklarasyonu konusundaki kararlılığını teyit etmiş oldu. Churchill ve Lawrence, Kral Abdullah için adeta bir ülke oluşturmak amacı ile Kudüs'e gittiÇözümleri Filistin'i bölmek oldu. Ürdün Nehri'nin batısındaki topraklar, Milletler Cemiyeti Birimi tarafından İngiliz denetimi altında kalacaktı ve Ürdün nehrinin doğusundaki (daha sonra sadece Ürdün) bölge ise Kral Abdullah'ın yönetiminde olacaktı. Churchill, Ürdün nehrini sınır olarak çizerek, yahudilerin Ürdün topraklarına yönelik ileride oluşabilecek işgal düşüncelerinin de önünü kesmek istedi. Böylece, Churchill, Britanya Krallığının sömürgelerden sorumlu sekreteri ve Ortadoğu politikasından sorumlu en yetkili kişisi olarak, yahudilerin 3000 yıldır tarihsel olarak hakkı olduğunu düşündüğü topraklarda yaşama hakkı olduğunu savunurken, bölgedeki arap nüfusu kontrol edecek olan Kral Abdullah’ın da bölgedeki hakimiyetini İngiliz himayesi altında güçlendirecek bir siyaset izlemiştir.

    1924'te Churchill liberalizm ile bağlarını kopardı ve Başbakan Stanley Baldwin'in (1867-1947) hükümetinde maliye bakanı oldu. Başbakan Baldwin, Churchill’in sömürgeci, emperyalist ve savaşçı düşüncelerinden vazgeçmeyen biri olarak tanımlamıştır. Churchill, Baldwin'in Hintli liderlerle bir Yuvarlak Masa Konferansı'nda alınan kararları onaylaması üzerine, 1931 yılında gölge kabinesinden istifa etti.
    II.Dünya Savaşı ve Churchill:
    3 Eylül 1939'da İngiltere'nin Almanya'ya savaş ilan ettiği gün, başbakan Chamberlain donanma komutanlığına yeniden Churchill’i atadı. ABD başkanı Franklin D. Roosevelt in desteğini arkasına alan Churchill 1940 yılında başbakan oldu.
    Avam kamarasında başbakan olarak yaptığı ilk konuşmasında İngiliz halkına ‘’kan, acılar, gözyaşı ve terden başka verecek hiçbir şeyim yok’’ diyerek tüm İngiltere’yi ülke için mücadeleye çağırdı.
    Churchill, 1941 yılında Roosvelt ile Atlantik Paktı antlaşmasını imzaladı ve böylece 2.dünya savaşında ABD’yi yanında tutmayı başardı. Daha sonra müttefik devletlerin Balkanlar'a kaydırmaya çalıştığı strateji konusunda Ruslarla çalıştı.1942 yılında Rusya’ya giderek Stalin ile görüştü.1943 yılında Churchill, Stalin ve Roosvelt bir araya gelerek ‘’Üç Büyükler’’ adı altında Tahran toplantısını gerçekleştirdiler. Bu toplantıların sonuncusu Yalta’da yapılmıştır ve bu toplantıların 2. Dünya savaşının kazanılmasında ve Almanya’nın yenilgiye uğratılmasında çok büyük önemi olmuştur. Ancak Churchill, SSCB'nin 2. Dünya savaşı sırasında ve sonrasında bölgede hakim duruma geçmesinden de çekiniyordu. Bu yüzden savaşın başından itibaren stratejik önemi büyük olan Türkiye'yi müttefik devletlerin yanında savaşa sokmaya çalıştı.
    1943 yılında Kahire ve Adana'da İsmet İnönü ile bu konuda yaptığı görüşmelerde, Türkiye'nin istediği askeri yardımı vermeye de yanaşmadı. Savaş sonrasında Avrupa ülkelerinin güvenliğine ve demokratik yönetilmelerine katkı sağlayan NATO, Avrupa Konseyi gibi kurumların oluşması için ise büyük çaba harcadı.
    Churchill, 1953’te geçirdiği kısmi felç sonrasında, iş yoğunluğunu kademeli olarak azaltmış 1955’ten sonra ise emeklilik hayatı yaşamıştır. 15 Ocak 1965 tarihinde, şiddetli bir felç geçiren Churchill 24 Ocak 1965 tarihinde Londra'daki evinde öldü. I. ve II. Dünya Savaşlarında aktif görev alan ve savaşların seyirlerinin değişmesinde de kararlarıyla imzası bulunan, ayrıca, dünyanın 1900-1950 yılları arasında sorunlu birçok bölgesinde görev yapan, yeni kurulan dünya düzeninde haritaların şekillenmesinden, uluslararası kuruluşların oluşturulmasında etkin rol oynayan İngiliz devlet adamı Churchill’in cenaze töreni, o güne kadar bir devlet adamı için yapılan en kalabalık tören olmuştur.

    Ayrıntılar

    Yaser Arafat

    40 yıl süren bir bağımsızlık mücadelesi ve onun yılmaz bekçisi, ARAFAT.
    1929'da Kahire'de doğan Yasser Arafat, 40 yıl süre ile Filistin Kurtuluş Örgütü'nün başkanlığını yaptı. Bu görevde iken, işgalci İsrail’e yıllarca süren mücadelenin içinde yer aldı ve Filistin kurtuluş hareketinin liderliğini yaptı. Arafat, 1991'de Madrid Konferansı'nda İsrail'le özerk bir anlaşma imzaladı ve İsrailli liderler, kısa bir süre sonra, başta Oslo Anlaşması (1993) ve 2000'de Camp David Zirvesi ile barışın sürmesi için çeşitli girişimlerde bulundular. Oslo Anlaşması, Arafat ve İsrail'den Yitzhak Rabin ve Şimon Peres, Nobel Barış Ödülü'nü paylaştılar, ancak anlaşma şartları hiçbir zaman uygulanmadı. Arafat, 2003 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (PLO-Palestine Liberation Organisation) başkanlık görevini devretti ve 11 Kasım 2004 yılında Paris'te öldü.

    Kudva'ya el-Hussaeini Mohammed Abdel-Raouf (Yaser Arafat) 1929 yılı Ağustos ayında Kahire'de dünyaya geldi. Filistinin önde gelen ailelerinden olan el-Huseyni ailesinin bir ferdidir. Kudüs tarihinde önemli bir yeri olan ve Filistin Ulusal Hareketinin kurucusu olan Kudüs müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni ile akrabalığı da söz konusudur. 1933 yılında henüz 4 yaşında iken annesini bir böbrek rahatsızlığı nedeni ile kaybeden Arafat’ı babası sık sık Kudüste bulunan dayısının yanına yollardı. Küçüklüğünü dayısının yanında geçiren Arafat, dayısının arkadaşı olan el-Hüseyni ile o günlerde tanışmış ve onun Filistin için verdiği mücadeleden çok etkilenmiştir. Osmanlı padişahı Abdulhamid’e olan hayranlığı ve bağlılığı ile tanınan Hacı Emin el-Hüseyni Kudüs’te sevilen ve sayılan bir şahsiyetti.
    Babasının kendilerine mesafeli durması nedeni ile babasından pek söz etmeyen Arafat 1952 yılında babasını kaybetti ve babasının cenazesine de katılmadı.

    İlk Mücadele
    Arafat, daha 17 yaşında iken İsrail'e karşı savaşan Filistinlilere yardım etmeye başladı. İsrail'in, Arap komşu devletlerini ağır bir yenilgiye uğrattığı 1948 Savaşı'nda, Arafat'ın Filistinli savaşçılara gizlice silah sağlamaya çalışan bir grupta çalıştığı bilinmektedir. İsrail’in savaşı kazanması ve İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanan Nakba (Büyük Felaket)‘dan sonra 1949 yılında Teksas üniversitesinde okumak üzere vize başvurusunda bulundu. Başvurusu reddedilen Arafat, Kahire'deki I. Kral Fuat Üniversitesi'nde (Kahire üniversitesi) mühendislik eğitimi almaya başladı. Üniversite yıllarında, Filistinli Üniversiteliler Derneği'ni kurdu. Bu grup, 1956'da Süveyş Krizi'nin patlak vermesiyle birlikte İngiliz, Fransız ve İsrail güçlerine karşı savaşan Mısır cephesine birçok gönüllü göndermiştir.

    1956 yılında mühendislik diplomasını aldı ve kısa bir süre Mısır'da çalıştı. Süveyş krizi patlak verince bir kez daha, Mısır ordusunun idari üsteğmenlerinden biri olarak çöllerde savaşmıştır. Daha sonra Kuveyt'e yerleşti, önce kamu işleri bölümünde çalıştı, ardından da kendi müteahhitlik firmasını kurdu. İş hayatı dışındaki tüm zamanını, Filistin kurtuluşuna katkıda bulunacak siyasi faaliyetlerde geçirdi. Bu sırada tanıştığı iki Filistinli yurtsever Salah Khalaf (Abu İyad) ve Faruk Kaddumi ile birlikte iyi bir arkadaşlık kurdu.

    1958 yılında tanıştığı bu iki Filistinli yurtsever, aynı zamanda Mısır'daki Müslüman kardeşlerin üyesidir. Daha sonra Gazze'de İsrail'e karşı askeri eylemlerde bulunarak tutuklanan Halil el-Vezir (Abu Cihad) ile tanışmıştır. Bu tanışmayla birlikte Arafat ve Halil el-Vezir 1959'da İsrail'e karşı silahlı mücadeleyi savunan bir dergi yayınlamaya başlayarak, bir yer altı gizli hücre ağı olan El-Fetih'i kurdular. Bu örgüt, 1964'te kurulacak ve uzun yıllar boyunca Filistin silahlı direnişini üstlenecek Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) en güçlü unsuru ve çekirdeği haline gelecekti.
    O zamanlar çoğu Filistinli, Filistin'in kurtuluşunun, 1958'de Mısır ve Suriye arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin oluşturulmasının ilk adımı olan Arap Birliği neticesinde gerçekleşeceğine inanıyordu. Ancak el-Fetih, bu düşüncede olmayıp, Filistin'in kurtuluşunun öncelikli olarak Filistinlilerin işi olduğunu ve bu mücadelenin Arap rejimlerine emanet edilmemesi ya da güçlü bir Arap birlikteliği oluşuncaya kadar kurtuluş mücadelesinin ertelenmemesi gerektiğini düşünüyordu.

    Ülke Siyaseti
    Arafat, 1964 yılında Kuveyt'ten ayrıldı. Ürdün'den İsrail'e yönelik saldırılar organize etmeye başladı. El-Fetih, 1965 yılında İsrail'e karşı silahlı mücadelesini başlattı, ancak 1967 yılında sonra, Arap güçlerinin Altı Gün Savaşı'nda (Haziran Savaşı) İsrail tarafından yenilmesiyle, El-Fetih ve ona bağlı İsrail'e karşı çalışan gerillalar adeta yeniden güçlenerek FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)'yü oluşturmuştur. FKÖ, bağımsızlığını korumak adına Arap liderlerden para almayı reddediyordu. Arafat’ın yaptığı harekatları bağımsız tutması özellikte Hafız Esad'ı öfkelendiriyordu.

    Arafat, Arap liderleri tamamen küstürmeyip onları her zaman kol mesafesinde tutmuştur. 1967 yılında Arap-İsrail savaşının ardından güçlü bir Filistin davası, Arafat'ın şahsıyla özdeşleşmiş ve sevilmeye başlamıştı. Arafat, FKÖ örgütünün lideriydi artık. Arafat, FKÖ'yü kendi askeri güçleriyle Ürdün devleti içinde adeta yeni bir devlete dönüştürdü. Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail'e ve diğer örgütlere karşı yapılan bu gerilla saldırılarından rahatsız oldu ve sonunda FKÖ'yi ülkesinden ihraç etti. Arafat örgütün merkezini Lübnan’a taşıdı. 1973 Yom Kippur Savaşı'ndan (Ekim Savaşı) sonra silahlı mücadeleden ziyade diplomasiye ağırlık verdi.

    Arafat, Filistin'in bütününün işgalci israilin elinden kurtarılması ve burada Müslümanların demokratik bir devlet kurabilmesi fikrinden uzaklaşmaya başladı. Batı Şeria ve Gazze’yi içine alan başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devleti kurulması fikri ön plana çıkmaya başladı. 1973 ve 1974 yıllarındaki Arap zirvelerinde, FKÖ Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak kabul edildi. Kasım 1988'de Arafat, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunun genel oturumuna hitaben yaptığı konuşmada, FKÖ'nün terörizmden vazgeçtiğini ve "Filistin devletinin, İsrail de dahil olmak üzere, Ortadoğu ihtilafında ilgili bütün tarafların barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını desteklediğini" belirtti. Birçok devlet tarafından Arafat, sınırları belirlenmemiş bir bağımsız Filistin Devletinin ilk Cumhurbaşkanı olarak kabul edildi.

    Aynı oturumda ABD ve İsrail grubu FKÖ’nü bir terör grubu olduğunu ifade ederek herhangi bir iletişim kurmayı reddettiler. Ancak, birçok Avrupalı devlet Arafat ile ilişkileri devam ettirdi.

    1990 yılında 61 yaşında olan Arafat 27 yaşındaki bir Hristiyan Filistin’li Suhā al-awīl ile evlendi.

    30 Ekim 1991'de, Basra Körfezi Savaşının ardından, Filistinliler ve İsrail'i kapsayan bir barış konferansı olan Madrid Konferansı, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği'nin ortak başkanlığında başladı. Ancak nihai bir anlaşmaya varılamadı.

    Oslo
    1993'te Oslo'da FKÖ ve israilli yetkililer arasında gizli bir müzakere kanalı oluşturuldu ve görüşmeler başladı. Görüşmeler neticesinde İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ile FKÖ'nün başı olarak Arafat'ın “İsrail Devleti'nin barış ve güvenlik içinde var olma hakkı” nı resmen tanındığı ve’’ Filistin özerkliği ve seçimlerine izin veren’’ maddeleri içeren Oslo Anlaşmaları imzalandı. Böylece Filistin halkı israil devleti ile müzakerelere başlama niyetini açıkça ortaya koymuş oluyordu. 13 Eylül 1993'te Arafat, Rabin ve ABD başkanı Bill Clinton , Washington DC'de Filistin Öz-Yönetiminin İlkeleri Bildirgesi'ni imzaladı.
    Temmuz 2000'de Clinton, Filistin ve İsrailli tarafları, 1978'de İsrail ile Mısır arasındaki tarihi Camp David anlaşmalarının müzakere edildiği Kuzey Maryland'deki Camp David'de bir zirve topladı. Amaç, İsrail-Filistin çatışmasına son verecek nihai bir anlaşma bulmaktı. Ancak zirve aceleyle hazırlanmıştı. Zirve, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde Filistinli mültecilere dönüş hakkı, Kudüs sınırları ve Yahudi yerleşimlerinin kontrolü ve yeniden düzenlenmesi meseleleri gibi kritik, hassas ve karmaşık konuları içeriyordu. En başından beri Arafat zirveden ve zamanlamasından şüpheleniyordu ve bazı ilerlemeler kaydedilmiş olmasına rağmen, sonunda nihai bir anlaşma yapılamadı. Bu şekilde Camp David'de başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu.

    Arafat, ABD başkanlığına George W. Bush’un seçilmesinden sonra batı ile olan diplomatik bağının çoğunu kaybetti.

    Şüpheli Ölüm
    Yaser Arafat, 2004 yılı Ekim ayında aniden rahatsızlandı. 1 ay sonra ise tedavi için gittiği Paris’ten ölüm haberi geldi. Arafat’ın ölümü üzerindeki şüpheler hiç eksik olmadı. El-Fetih onun ölümünden İsrail'i sorumlu tutuyordu. Temmuz 2012 yılında İsviçre’de yapılan bir araştırmada Arafat’ın kişisel eşyaları ve kıyafetinde yüksek dozda polonyum-210 izine rastlandı. Kasım 2012'de Arafat’ın mezarı açılarak otopsi yapıldı. Otopsi raporları hep çelişkilerle doluydu ve kati bir sonuç içermiyordu.

    Ayrıntılar

    Yavuz Sultan Selim

    9.Osmanlı Padişahı, 88. İslam Halifesi, Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn (Mekke ve Medine'nin Hizmetkârı) Yavuz Sultan Selim 1470 yılında Amasya’da doğdu. Babası II. Bayezid, annesi Dulkadiroğulları Beyliğinden Gülbahar Hatun’dur. Yavuz Selim, babası II. Bayezid tarafından 1491-1512 yılları arasında Trabzon Sancakbeyi olarak görevlendirilmiş ve 1512 yılında babası II. Beyazıt devlet yönetimini oğlu Yavuz Selim’e bırakmıştır .
    Bir oğlu (Kanuni Sultan Süleyman) ve dört kızı olan Sultan Selim, 22 Eylül 1520 tarihinde, “Aslan Pençesi” denilen bir çıban yüzünden henüz elli yaşında iken vefat etti. ,

    Sultan Selim, Safevi Devleti sorununu ortadan kaldırm

    ak amacıyla İran seferine çıktı ve Çaldıran’da yapılan savaşta Safevilere galip geldi. İran Seferi, Memlük ve Safevilerin müttefik olmalarına neden oldu. Ayrıca Yavuz'un Safeviler'e karşı sefere çıktığını duyan Memlük Sultanı ordusunu Osmanlı sınırına kaydırdı. Yavuz Sultan Selim döneminde, Dulkadiroğlu Beyliği'ne son verilmesi, Osmanlılar ile Memlüklüler arasındaki ilişkileri kötüleştirdi.

    1516 yılında Sadrazam Hadim Sinan Paşa yönetimindeki Osmanlı ordusunun Suriye’den geçmesine Memluklerin izin vermemesi üzerine, Yavuz Sultan Selim 5 Haziran 1516 tarihinde Mısır seferine çıkmış, Osmanlı Ordusu 27 Temmuz 1516 tarihinde de Mısır sınırına dayanmıştır.

    Bu sefer esnasında Memluk Sultanlığına bağlı Antep ve Besni kaleleri birer gün arayla teslim olmuştur.

    Ancak, asıl savaş 24 Ağustos 1516’da Halep yakınlarındaki Mercidabık ovasında gerçekleşti. Memlük ordusu Osmanlıların top atışlarına daha fazla dayanamamış ve yenik düşmüştür.
    Kudüs'ün Fethi
    Sultan Selim, Halep'ten sonra Şam üzerine yürüdü ve burayı da kolaylıkla zaptetti. Yavuz’un hedefi şimdi Mısır’dı. Ancak başta Kudüs olmak üzere Filistin’in önemli şehirleri hâlâ Memlüklü idarecilerin hâkimiyetindeydi. Mısır yolunu emniyete almak amacıyla Filistin topraklarının fethi için Yavuz, Vezir-iâzam Sinan Paşa'yı görevlendirdi. Sinan Paşa kısa zamanda Safed, Nablus, Aclun, Gazze ve Kudüs’ü fethetti..

    Yavuz Sultan Selim, 31 Aralık 1516 tarihinde Kudüs’e gelmiştir. Yavuz'un şehre gelişi sırasında Kudüs'ün tüm ruhanîleri padişahı şehrin dışında büyük bir saygıyla karşıladılar. Yavuz, şehrin tam karşısında otağını kurdurttu. Bu sıralar ikindi vaktiydi. Padişah akşam namazını Mescid-i Aksa'da kılacağını söyledi. Bunun üzerine görevlilere haber gönderildi. Kur'an'ın sitayişle bahsettiği bu kutsal mabed 12.000 kandille aydınlatılır. Padişah bu kutsal kente namaz vaktinden önce girer. Önce Kubbetü's Sahra'da Rummân Davud (a.s.) ile Nahl-i Hamza (r.a.) ziyaret eder. Sonra Hacer-i Sahra'yı tavaf eder. Daha sonra Kubbe-i Sahra'nın altına iner ve burada iki rekât hacet namaz kılar. Buradan akşam namazının edası için Mescid-i Aksa'ya geçer. Görevliler, padişahı kokulu mumlarla karşılarlar. Sultan, burada akşam namazını edâ ettikten sonra biraz dinlenir. Daha sonra burada iki rekât hacet namazı kılar, dualar eder. Yatsıyı da eda ettikten sonra otağına döner.

    Sultan, ertesi sabah binlerce koyun ve deve kurban ettirir. Kubbe-i Sahra'yı ziyaret eder ve Mescid-i Aksa'da iki rekât hâcet namazı daha kılar. Daha sonra şehri gezer, Kudüs halkına ihsanlarda bulunur. 1 Ocak 1517'de, Mısır seferine devam etmek için Kudüs‘ten ayrıldı ve ardından Gazze’yi fethetti. Mercidabık Muharebesi’nden sonra Memlûk Sultanlığı’nın başına geçen Tomanbay, Osmanlı hakimiyetini kabul etmediği gibi, barış teklifi için gelen Osmanlı elçisini de öldürtmüştü. Yavuz Sultan Selim ordusuyla birlikte Sina Çölü’nü 13 gün içinde (3 Ocak-16 Ocak) geçerek, Ridaniye’de Memlûk Ordusu ile karşılaştı ve 22 Ocak 1517’de Ridaniye Zaferi kazanılarak Kahire başta olmak üzere Mısır fethedildi. 4 Şubat 1517’de ise Sultan Selim törenle Kahire’ye girdi ve “Yusuf Nebi Tahtı”na oturdu.

    Halifeliğin Devri
    Mısır seferi sonrasında kutsal toprakların Osmanlı hakimiyetine girmesiyle beraber 29 Ağustos 1517 tarihinde halifelik Osmanlılara geçmiş, ayrıca Kutsal Emanetler de İstanbul’a getirtilmiştir.

    Yavuz Sultan Selim Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Memlük halifesi III. Mütevekkil'den halifeliği devralmıştır.

    Kutsal toprakları Osmanlı sınırlarına kattığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı Hakimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini Hadimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiştir.

    Mısır’ın fethiyle birlikte, Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz‘in ve Baharat yolu‘nun tek hakimi olmuş, Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna açılmıştır.

    Osmanlı Padişahı gerek Suriye’nin ve gerekse daha sonra Mısır’ın fethi sırasında bölge halkına son derece cömert davranmıştır. Bu bölgenin halklarının müslüman olduğu düşünülürse durum tabii karşılanabilir. Ancak, bu durumun gayr-i müslim halk içinde aynı olduğu apaçık görülmektedir. Sultan Yavuz’un Kudüs’te Kudüs Ermeni Patriği'nin şahsında hristiyanlara verdiği Nişan-ı Hümayûn metni günümüz Türkçesi ile şöyledir:

    "Nişân- Hümayûn,
    Yüce Allah ve Peygamberine hamd ile Kudüs'e gelip, Safer ayının yirmi beşinci günü fethedilip, Ermeni toplumunun patriki olan Serkis adlı rahip, diğer bütün rahipler ve halk ile birlikte gelip benden yardım ve ihsan dilediler. Eskiden beri bazı şartlarla kendilerinde olan kilise, manastır ve diğer kutsal yerleri, Kudüs'ün içinde ve dışında bulunan kilise ve ibadethaneleri, eskiden hangi şartlarla ellerinde bulunuyorsa, yine aynı şekilde devam etmek üzere Ermeni toplumuna patrik olanlar sahip olacaklardır. Hazreti Ömer -Yüce Allah ondan razı olsun- hazretlerinin verdiği nâme ve Melik Selahaddin zamanından beri verilen emr-i şerifler gereğince sahip bulundukları Kamame, Beytü'l- Lahm Mağarası ve kuzey tarafındaki kapı, büyük kiliseleri olan Mar Yakub, Deyr-i Zeytun, Habsü'l-Mesih ve Nablus ve kiliselerine bağlı mezhepdaşlar olan Habeş, Kıptî ve Süryani toplumlarına, Mar Yakub Kilisesinde oturan Ermeni patrikleri tarafından sahip olunup, başka toplumlardan hiçbir kimsenin karışmaması için bu nişân- hümayûnu verdim.

    Emrim budur ki söylenilen şekilde hareket edilip, adı geçen büyük kilise Mar Yakub'da oturan Ermeni patrikleri, Kudüs'ün içinde ve dışında bulunan kiliseleri, manastırlar ve diğer kutsal yerleri ile kendilerine bağlı mezhepdaşlar ve yamaklar Habeş, Kıptî ve Süryani toplumlarına, gelenekleri üzere sahip olacaklardır. Ortaya çıkan işlerine, atama, görevden alma ve vakıflarıyla ilgili konularına, metropolit, piskopos, ruhban, papaz ve yardımcıları ile diğer Ermeni halkının miraslarına el koyabileceklerdir. Eskiden beri olduğu gibi Ermeni toplumu patriklerine, ellerinde olan kilise, manastır, mabet ve diğer kutsal yerlerine, kendilerine bağlı mezhepdaşlar ve yamaklarına, başka toplumlardan hiç kimse karışmayacaktır.

    Diğer Fermanlar
    Kamame Kilisesinin ortasında bulunan türbe, Kudüs'ün dışında bulunan Meryem Ana mezarı, Hazret-i İsa'nın - duâ ve selam onun üzerine olsun- doğduğu Beytü'l-Lahm Mağarası, kuzey tarafındaki kapının anahtarı, Kudüs'ün içinde Kamame kapısında iki şamdan ve kandilleri, yaktıklar mum ve buhurları, Kamame içinde inançlar üzere ateş ve mum çıkarıldığında kendilerine bağlı olan mezhepdaşlarının türbe içine girip çevresinde dolanmaları, kapı içinin alt ve üstünde iki pencere, içeride bulunan mabet ve kutsal yerleri, Su Kapısı, Kamame avlusunda bulunan Mar Yuhanna Kilisesi, dışarıda Mar Yakub Kilisesi yakınındaki Habsü'l- Mesih ve diğer manastırlar, mezarlıklar ve mezarlar, Beytü'l-Lahm mağarası yakınında bulunan odalar ve misafir evleri, bağ, bahçe ve zeytinlikleri ve sözü edilen bütün kilise, manastır, mabet ve kutsal yerleri, kendilerine bağlı mezhepdaşlar ve diğer emlâk ve eskiden beri sahip oldukları şeyler, belirtildiği üzere Ermeni toplumu ve patrikleri elinde ve tasarrufunda olacaktır. Kiliseleri ve kutsal yerleri ziyarete gelen Ermeni toplumu "Zemzem" denilen su yerine, panayırlarına ve diğer mabed ve kutsal yerlere vardıklarında, devletin yönetim görevlilerinden ve başkalarından hiç kimse karışmayacak ve rahatsız etmeyecektir.

    Tuğrama Güvensinler
    Bugünden sonra, ayrıntılarıyla anlatıldığı üzere verilen nişân-ı hümayûn gereğince hareket edilip, başka toplumlardan hiç kimseyi karıştırmayıp, bu konuda çocuklarımdan, vezir-i azâmlardan, sulehâ-i kiramdan, kadılardan, beylerbeyi, sancakbeyi, mîrmîrân ve voyvodalar, beytü'l-mal ve kassâm görevlileri subaşılar, zaimler, tımar sahipleri, mübaşirler, âmiller, iş erleri, mal sahipleri ve diğer kapım kullarından ve başkalarından özet olarak, küçük ve büyükten, yaratılmış hiçbir fertten, ne olursa olsun her ne suretle olursa olsun, her ne sebeple olursa olsun, karışmayacak, rahatsız etmeyecek, değiştirmeyecek ve bozmayacaktır. Her kim karışır, rahatsız eder, değiştirir ve bozarsa, hükümdarların yardımcısı olan Allah'ın katında suçlular takımından sayılsınlar. Şöyle bilinsin; hazineler açan hükmümü, âlemi süsleyen ak tuğra ile parlak ve bezenmiş görenler, kutlu anlamını doğru ve anlatmak istediğimizi onaylamış bilip, şerefli tuğrama güvensinler. 9 Kasım 1517".
    Nişân- Hümayûn’da da idrak ettiğimiz gibi, hangi dinden olursa olsun, İslam’ın şehri Kudüs’te yaşayan halkların canı, malı, ibadetleri ve ibadethaneleri korunmuş, nice nimetler bahşedilmiştir. Tanınan haklar sadece Kudüs için geçerli olmayıp, Kudüs’ün dışında bulunan kilise, manastır ve diğer kutsal yerler ile buralardaki habeş, kıptî ve süryaniler için de geçerlidir. Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’e girişi, gayr-i müslim halka bahşettiği bu imtiyazlar ile, Haçlıların 1099’da Kudüs’e girişleri ile müslüman ve yahudi halkın tümünü kılıçtan geçirmeleri; müslümanlara ait kutsal mekanlar tahrip, hatta bir kısmın helâ yapmaları mukayese edilirse, iki kültür arasındaki insani değerler daha iyi anlaşılır. Yavuz Sultan Selim’in bu fermanından sonra, kendisinden sonra gelen Osmanlı Padişahları, her ihtiyaç duyulduğunda Kudüs ve gayrimüslim halk için yeni fermanlar göndermişlerdir. Bu fermanların ortak özelliği; Yavuz’un neşrettiği fermandan daha detaylı ve daha genişçe haklar vazetmeleridir. Allah onlardan razı olsun.

    Ayrıntılar